Sevdiğim Satırlar

Bu Şehirde Aşk

 

Bu şehirde aşk, illaki iki insanın birbirini sevmesi manasına gelmez. Belki Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin yokuşundan yukarı doğru tırmanırken insanın terlemesi manasına gelir, belki Yahya Efendi’nin orada bir akşam serinliğinde bir boğaz manzarasıdır aşk, öbür taraftan baktığınızda belki Ebû Eyyub-el Ensâri (r.a)’de iç dünyasına dalıp gitmenin adıdır. Yahut da o derin serviliklerin altında mezarların içerisinde biraz kendisine dünya ve zaman kayıtlarından sıyrılmış bir ânın hikayesidir.

Sevgi

 

 

 

 

“Sen beni,sevdiğin,ben de seni sevdiğim için aramızda bir dünya yaratıldı.Ben de, sen de bu dünyadaki her şeyi sevdik;her şey de bizi sevdi.

Tıpkı âlemdeki her şeyin Allah’ı sevmesi gibi.”

İskender Pala

En son ne vakit çalınmıştı kapısı kalbimizin

“Çaresizliğin sesini kimse duymaz,biliyorum.Kimseye duyuramadığı çaresizliklerini yüreklerinden sızdırmadan nefes almaya çalışıyor yolcular;yetimler,dul ve yaşlılar dört bir yanımızda. Mumdan gemileriyle ateş denizlerini aşmaya çalışıyorlar,görüyoruz. Ve yalnızca seyrediyoruz. Yürüyen,oturan,susan biziz onların çaresizlikleri karşısında ve sofralarımızda bol rızıklar içinde kaybolan da biz… Elbette,kimsesizlerin gönüllerini Kimsesizlerin Kimsesi açar en iyi. Ancak O’dur ki Sevgili,dört duvarına sığar kalbimizin de,oradan bir kapı açar sevinçlerimize,mutluluklarımıza…
En son ne vakit çalınmıştı kapısı kalbimizin?!…”

İskender Pala

Meğer meleklere aç/mış menekşeler

Her bahar yaşıyorum bu acemiliği. Her bahar ayağım dolanıyor, başım dönüyor, bakışım çatallanıyor, ellerim terliyor. Acemiyim bu bahar yine. Ustaca karşılayamıyorum baharı. Tecrübemi konuşturamıyorum bi’türlü. Oysa, ustalaşmış olmalıydım. Acemi bir bahar karşılayıcısı olmak için mazeretim kalmamış olmalı. Kırbeşinci baharım bu. Kırkbeşinci olmasına kırkbeşinci ama adı üzerinde bu bahar ilkbahar. Hep “ilk” var başında “bahar”ın. “İlk” defa görüyorum bembeyaz coşkuyla köpüklenen denizler gibi hayata koşan ağaçları. İlk defa farkediyorum terütaze sevinçlerle varlığa uç veren lâleleri, papatyaları, menekşeleri. Pencere önüme kadar taşmış bir bahar karşılıyor beni. Kaçsam da yol kenarlarında yakalıyor beni gelincikler. Kızım bir kırçiçeği koparıp uzatıyor elime. Sadece çiçeklerin isimlerini saymaya boş vaktim oluyor. Lâle, sümbül, frezya.. Sarısı var! Eflatunu var! Kızılı da! Ah bir de kokuları! Mor salkımlar ise selam vermeden geçiyorum diye rayihalarıyla uzanıyorlar burnumun dibine kadar. Bu arada erguvanları da kaçırmamalı. Bir fıskiyeden fırlar gibi ağacın her yanına sarılan, budakları beklemeden, hiç nazlanmadan patlayıp duran o efsûnlu renkleri. Güllerin başında ise bir ömür beklemeli sanki. Yaprak yaprak güzellik dermeli. Bir de ıhlamurlar kokmaya başlarsa, ne ederim ben? İşim başımdan aşkın benim. Hangi çiçeğe, hangi ağaca, hangi kokuya, hangi renge tutunup da kalayım? Hangi güzelliğin yüzüne asılıp da durayım?

Etrafımda her an hep yeni renkte hep yeni kokularda sürüp giden bir şehrâyin var. O kadar çok ki seyredilecek, üzerinde durup tefekkür edilecek yaratılış! Hakkını veremediğime yanıyorum baharın. Hep alacaklı kalıyor benden bahar. Onca güzelliğe bakış borçlanıyorum her defasında. Yanından bir göz ucu bakışıyla geçiyorum sadece. Tek bir lâleyi bile bir bahar boyu seyretmeye değer diyor dostlar. “Kırkbeşinci baharının ihtisasını lâleler üzerinde yap! Ama o kırmızısının tonunu ne bayrağa, ne bordoya ne pembeye benzettiğin renkteki o lâleye ayır vaktini. Altı yaprakla açıp da, sonra yapraklarını bir bir döküşündeki hüznü de seyret. Bir ömür yeter sana bu sevinç, bu hüzün.”

“İyi de papatyaların gönlü kalmaz mı?” diyorum içimden. “Ya kasımpatılara nasıl yetişeyim?” “Menekşeleri ıskalamaya gönlüm hiç razı değil!” Bu kırkbeşinci baharı, hiç kimsenin uğramadığı bir kırda, hiç kimsenin özenerek dikmediği, hiç kimsenin de bile isteye seyretmeye tenezzül etmediği bildiğim en güzel kırmızıyı, en ince yüzde ağırlayan o gelinciklerle sarmaş dolaş geçirmeye de razıyım. Ancak belki o zaman, bu baharın hakkını verdim diye kocaman bir “Oh!” çekerim. “Galiba,” demişti Ali ağabey uzun bahar yolculuğumuzda “çiçeklerin kelebeği de gelincikler!” Kelebekler var bir de… Onlar ki sanki çiçeklerin suskun güzelliğine, kırların yalnız tazeliğine bir karşılık vermek üzere uçuyorlar, uçuyorlar. Kıpkızıl gelincikler, incecik yapraklarıyla nasıl yeşile sarıya boyalı kırların tazeliği üzerinde bir mühür gibi dikkat çekiyorsa, kelebekler de öyle! Nazenin hareketleriyle bak(amay)ışımızı dürtüp göz göz gezdiriyorlar o güzellerin yüzlerinde. Yoksa, bu baharı kelebeklere mi ayırsam?

Peki ya kuş sesleri? Kime nasıl açıklarım ben, kırkbeşinci baharında bile kuş seslerini birbirinden ayırd edemediğimi? Utanmam mı bu sağırlıkla? Kuşlar ki, çiçeklerin suskun güzelliğini sesten bayraklar gibi taşıyorlar, gönlün kapısı kulaklara taşırıyorlar? Kuş sesleri ki, bir gülün son yaprağını saran sesten bir yaprak daha örüyorlar! Dinlemeye vaktim yok! Telaşla geçiyorum aralarından! Seherlerde yarı uykulu, öğlelerde başka şeylere kulak kesilmiş halde, o bahar bestelerini kırkbeşinci defa daha kaçırıyorum, ıskalıyorum, yok sayıyorum.
Olmadı işte bak! Yine olmadı! Olmayacak! Bunca güzelliğe bir değil bin bakış borçlanarak gidiyorum. Bunca inceliğe minnet duymadan koştukça koşuyorum. Nereye gidiyorum?
Galiba, ilk defa! İlk defa bu kadar susayarak ve acıkarak bakışsız bıraktığım bunca güzelliğin hak ettiği ince bakışları, derin tefekkürleri fark ediyorum. Benim ıskaladığım yerlerde, benim bakmadığım yüzlerde, benim özenmediğim güzellerde, bin bakışlar, bin yakarışlar, bin minnet duyuşlar, bin hayret edişler, bin alkışlar, bin takdir edişler, bin hayran oluşlar olmalı. Bu baharı benim bir ömür seyretmek istediğim gibi seyreden birileri olmalı. Benim bıraktığım bakış boşluklarını dolduran, benim suskunluğa terkettiğim seslere çağıltılı bir dinlemeyle karşılık veren, anlamsızca baktığım güzellerin hakkını fazla fazla verenler olmalı. Boş bakışlara kalmamalı bunca diriliş!

Şimdi o boşlukları dolduruyorum: Ve ben meleklere inanıyorum. İnandığıma da seviniyorum. İnandığım kadar çok bahar bestesi duyuyorum. İnandığım kadar çok bakış çiçeği deriyorum. Melekçe bakışlara bakan bahara daha başka bakıyorum. Dal uçlarına melekçe hayranlıklar diziyorum. Gül yüzlerde her an meleksî zikirler duyuyorum. Kuş cıvıltılarına melekçe çağıldayışlar ekliyorum. Her çiçeğin her haline her rengine her rayiha inceliğine en az bir melek tayin ediyorum. Bunca güzelliğin bunca bakışı hak ettiğini biliyorum. Meleklere yeni/den inanıyorum. Erik dallarında çiçeklerin ak köpükler gibi coşkusuna katılarak inanıyorum.

Senai Demirci

Benim annem her günün annesi

mimsjodi's photostreamBugün Anneler Günü, anne! Bugün unutulan anneler hatırlanacak, hediyeler verilecek, ziyaretler edilecek. Kimi çocuklar yoğun meşguliyetinden dolayı bugünü “bir telefonla” geçiştirecek. Kimileri ona da fırsat bulamayacak.

Ve bugün, bazı annelerin gözü kapıda, kulağı telefonun zilinde olacak. Bugün birçok anne mutlu olup sevinçten uçacak. Birçoğu da boşuna bekleyecek, hayal kırıklığına uğrayacak. Rengârenk çiçekler, kurdeleli hediye paketleri, “canım annem, bir tanem” sözleri sadece hayallerini süsleyecek.

Evet anne, bugün Anneler Günü… Ama benim, annemin günü değil, “günlerimin annesi” var.
Her günümü, kendisiyle, sesiyle, hayaliyle, duasıyla süslediğim, annem var. Her gördüğümde, her konuştuğumda, adımı unutmuş gibi “kuzum” diyen baş tacım var.

Dert ortağım, sır dostum, sohbet arkadaşım, dua hazinem, benim derdime benden fazla ağlayanım, gözyaşı çağlayanım, annem benim…

Cemil Tokpınar

Yaz Bana

Yaz bana… Karşından geçen vapuru, başından geçen martıyı, sağına soluna dokunan insanları yaz… sokağının kokusunu… evinin kapısını… iskambiller gibi yıkılmayan duyguların kaynağını… Kaç güneş uzaktasın bana? Orası neresi?

Herşeyin bir tesadüf olmadığını yaz… Her giden gelecek olana hazırlar en heybetli kelimelerini,bazen en süslüsünü bazen de en yitiğini.. Ödülün kime, ölümün kime onu yaz… Kimleri sevdin kimden sonra yaz… Hangi şarkıdasın onu yaz… Orası neresi?

Yosunlu bir kıvamı var gözlerinin, denizden şimdi çıkmış gibisin.. Ne kadar dibe vurdun onu yaz… Kaç tanker geçti üstünden, hangisine yenildin hangisine yol verdin onu yaz… Kokusunu yaz bana derinlerin, küf kokmayan mavisini yaz… Buruş buruş parmaklarınla yaz bana, kirpiklerinle tuzlu tuzlu yaz… Hangi balıksın onu yaz… Orası neresi?

Yaşadın mı onu yaz bana, oyalandın mı onu yaz. Güneşin gözünden çektiği suyu yaz, için için ağlamalarını yaz, hangi kaybedişlere yüz verdiğini, hangilerine sırt çevirdiğini… Sonbaharları yaz bana, hüzün kokan yağmurları.. Kuru sarı kelimelerin yalnızlığını, buğday tarlalarını… Diline çakılan kelimeleri yaz .. Sırtında bir hançer nasıl susabildiğini, tenhalığı o vakit nasıl sezebildiğini, bir tek sevme gücünün seni nasıl yaşatabildiğini… yaz bana… Senden birşey kaldı mı onu yaz… Orası neresi?..

Yaz bana… Ağaçların gölgesini yaz, dalların yeşilini … Kaç kalp oydun tenhasına, ağaç ne kadar acıdı onu yaz… Kaç yıldır uykusuzsun yaz… Kaç yıldır susuzsun yaz… Sen olmasan’ı yaz, ben olmasam’ı yaz, bir nefes al çok susadım’ı yaz… Şurda bir gün dağılmadan, kaybolmadan, birikmeden, unutmadan, durmadan durmadan yaz. Kahverengi yeşillenmeleri, ela bakışmaları, temiz başlangıçları, kulak çınlamalarını, şarkıların kimi hatırlattığını, en çok kimi aradığını… yaz… Bir haziran sabahı, gözkapaklarını yakan tuzu, üç beş aşklaşmada bulamadığın huzuru yaz… Neresi orası?

De ki; kalın kabuklarımı sıyırdım etimden, ona dokun diye sen… görmeyeyim diye yokluğunu, unutmaya çalıştım kokunu… onu yaz… kulaklarım yandı’yı yaz… gözlerim seyirdi’yi yaz, rüyalarım rahat bırakmıyor’u yaz… yaz… Çocuksu masallar öfkeye dönüşmeden, rüyalarda bir atın yelesine gizlenmeden, gözlerindeki har eksilmeden… yaz …

‘Avuçlarımı sıcak tuttum senin için’i yaz…

Sibel Bengü

Yüzyılın en tehlikeli virüsü… Güvensizlik…

Çay fincanı… ne güzelsin… Yıllardır oradasın ve görevin hiç değişmedi, hiç de şikayet etmedin… Bazıları bunu biraz düşünmeli…

Deniz de yanar… çölün yanması gibi… Ama bir de ağlayıversen söner de halbuki… Ağlayanın yerine kendini koyarsan… Bunu da düşünmeli…

Dünden kalan bir şeyler var gecenin sabahında… Yüzünün yarısında bir melek, öbür yarısında bir horozlanma… Ne var sanki insan öfkelenmese de bir kedi gibi sokulsa… Bunu düşünmeliyim…

Yine güzel şeylerden biri… Evimin yolu… Evimin yolundaki ağaçlar… Sokak taşları… Sonbaharda yapraklar, pencereye vuran yağmur damlaları… Hepsi birbirinden bağımsız ama hepsi birbiriyle anlamlı… Bunu doğa düşünmüş…

Saatimi seviyorum… koltuğumu, koltukta uyuya kalmayı… evimi… tatilden sonra evime döneceğimi bilmeyi… Bir fincan kahvenin etrafında büyüyen sıcacık sohbetleri, samimi itirafları, saklanmamayı… Çıkmazların etrafında bir yol bulup ilerleme cesaretini gösterebilenleri, herşeyi vıcık vıcık yaşamayıp kirlenmemeyi seçebilenleri, ıssız adamlarla ıssız kadınlarla zaman kaybetmeyenleri, zamanın içinde hapsolmayıp an’ı sıkı sıkıya kavrayabilenleri… ‘İçimde bir çocuk var’ diye, yetişkin şımarıklığıyla çocukluğa sığınıp kırıp dökmeyenleri… Çocuk ruhunu yaşlarıyla harmanlamayı başarabilenleri… Evliliği evcilik oyunu gibi görmeyenleri, kötü bir birlikteliktense yalnızlıkla başa çıkmayı göze alabilenleri… Taraf olabilenleri, yanlışa ses çıkarabilenleri… Ruhunda çukur açıp ‘niye düştün hayret’ diye ekşimeyenleri… İşse iş, aşksa aşk, çocuksa çocuk, ‘keşkesiz’ yaşamın kesinlikle güven duygusundan geçtiğini bilenleri… Hiç de sıkıcı ve sıradan bulmuyorum, hatta asıl şaşırtıcı olan bunlar… Zaten yeterince herşey dalgalarla sürükleniyor, zaten herşey fırtına sonrası enkazları gibi sahile vuruyor, zaten herşey sallanmaya yıkılmaya yakın bir duruş sergiliyor, zaten herşey yeterince hasta… aksırıyor öksürüyor… Güvensizlik bir virüs gibi, merhabayla bulaşıp hoşçakalla öldürüyor… Kimse bir çay fincanı kadar bile yerinde duracak sabrı gösteremiyor… Bir parmak şıklatmasıyla oluşmuyor güven, ama bir parmak şıklatmasıyla aşılar icat edilmeye çalışılıyor… Kuş gribi…deli dana…çin gribi…domuz gribi… Bütün bu virüslerin altında yatan sebep, güven arayışı ve bulamama korkusu olabilir mi?… Bunu dünya alem düşünsün….

Telefonum…ne güzelsin…hadi bana güzel haberler ver…

Sibel Bengü

Anamın Namazları

Anam namaza durur günde beş vakit
Bir serinlik duyarız, ondaki büyük huzurdan…
Aydınlanır içimiz, odalarımız
Yüzündeki ince, mübarek nurdan…

Beyaz baş örtüsüyle savrulur gider sanki
Yakalar büyük sırrı, her yeni ezan sesinde…
Kehribar tesbihinde sabır boynunu büker
Şükür, çiçek açar seccadesinde…

Üçleri, Yedileri, Kırkları mı düşünür?
Bir gariplik çöker üzerine her akşam.
Hem ağlar iplik iplik, sessiz sedasız
Hem namaz kılar anam.

Anamın duaları üzerimde olmasa
Yıkılır sırtımı verdiğim duvar.
Kopar, elime gelir tuttuğum dal
Kapımı çalmaz bahar…

Ne şikâyet, ne kin, ne şüphe biraz
Sessizliği, yüreğinin niyazındandır…
Elinin bereketi, iffeti, merhameti…
Kıldığı sonsuzluk namazındandır.


Yavuz Bülent BAKİLER

Yaşamıyoruz

CubaGallery

Resimlerimiz fotoğraflarımız kadar yaşamıyoruz.

Mendilimiz, gömleğimiz kadar yaşamıyoruz.

Bir sigara kağıdını şu masaya koy, üstüne bir taş bırak, kapıları kapa ve git! Üçyüz sene sonra gel, yerinde bulursun.

Belki sararmış, belki buruşmuş, fakat yine o.

Bir sigara kağıdı kadar yaşamıyoruz.

Kefenimizden evvel çürüyoruz.

Duyuyorum!

Kulak ver sen de duyarsın.

Toprak altında milyarlarca kurdun, çıtır çıtır dut yapraklarını yiyen milyarlarca ipek böceği gibi, milyarlarca ölüyü yediğini duyuyorum.

Necip Fazıl Kısakürek

Kadın muammadır

Söylesene” diyorum, “neden insanlar,
bilhassa kadınlar kimi zaman ansızın melankoliğe yakalanırlar?
Biyolojik mi bunun sebebi?
Kültürel mi?
Mistik mi?
Ekonomik mi?
Hormonlarımız mı?
bunu yapan, toplumsal koşullanmışlıklarımız mı?
Nedir ansısızın kadınlara gelen hüzün dalgalarının sebebi?

Diyor ki bana: “Erkek genellikle güneş gibidir.
Ya batar ya çıkar. İktidar peşinde,
ya kazanır ya tepetaklak yuvarlanır.
Net, berrak, sade ve yalın.

Kadın ise ayın halleri gibidir.
Parlarken bile bir yanı karanlıkta kalır.
En görünür olduğu zamanlarda bile bir parçası bulutların ardında…
Kadın muammadır.”

Elif Şafak