Sinema-Radyo-Tv-Gazete-Dergi

Hepimiz Yoksul

 

 

……..

Başkasının yoksulluğu diye bir şey yok aslında. Dünyada tek bir yoksul, tek bir aç kalmayınca kadar, hepimiz yoksul, hepimiz açız biraz…

İnsan olmaya dair gerçekliğimizi, insanın kadrini bilerek kurarız ancak…

Açlık ve yoksulluğun hüküm sürdüğü bir dünyada, “ben de insan mıyım” diye soruyorum kendime.

Sibel Eraslan

yazının tamamı

Mahcubiyet

En son ne zaman kendinizi mahcup hissettiniz? Yan komşumuz, Hacı Fatma Hanım, geçen sabah, ezandan sonra “çöl lalesi” adı verdiği kumsal lalelerinden toplamış, balkonda yazı yazarken yanıma getirdi, “sizin için” dedi gülümseyerek… Onun ak lalelere karışan bembeyaz yüzü karşısında yaşadığım mahcubiyeti anlatmam imkansız… Öyle güzel kokuyorlar, öyle zarifler ki, hele hediye olarak gelmeleri yanıbaşıma… Fatma’dan geldiler ama aslında geldikleri makam Allah’tandır diyerek elim ayağıma karışıyor… Alt üst oluyorum, teşekkürler ediyorum… Boşa dememiş arifler; “yüz ziyarettir” diye… Yüze iki gözümüzü dikerek bakamayız, eziliriz, utanırız bizler… Yüz, lale ve ziyaret… Küçük aralıklar… Savaşların, rest çekmelerin, kan pazarlıklarının, büyük lobilerin, borsaların mühim polemikleri içinden geçerken zaman… Herkes tek tek veda ederken hayata… En ünlülerimizin sadece bir selalık o da musalla taşında tattığı saltanatların, bir kibrit çakımı süresinde sönüp geçtiği günümüzde… Yaşamakla ölmek arasında ne kadar fark kalmıştır, hiç düşündünüz mü? Ölmeden evvel ziyaret edebilmek yüzleri, o yüzlerde Yaratıcı’nın izlerini sürerek, mahcubiyetle eğmek başı önümüze… İnsan olduğumuzu hatırlamak yeniden… Niçin olmasın?

Sibel Eraslan (Star gazetesi yazılarından bir bölüm)

Mekke’deki ‘Büyükanne’miz

Annelerimizden doğarız. Günü geldiğindeyse annemizin ismiyle kucaklayacaktır toprak bizi. Allah resulü (sav) bir gün arkadaşlarıyla otururken, elinde tuttuğu hurma dalıyla toprağa dört uzun çizgi çekerek sordu: “Bunlar nedir bilir misiniz?” Yanında oturanlar yere çizilmiş bu dört uzun çizgiye bakarak söylediler: “Elçi doğrusunu bilir…” “Bunlar” dedi Elçi, gözleri bulutlanarak; “Cennet sultanı kadınlardır; Müzahim kızı Asiye, İmran kızı Meryem, Huveylid kızı Hatice ve Muhammed kızı Fatıma”… Allah’ın selamı onun üzerine olsun… Bu dört büyük kadın, dört cennet nehri gibi, yeryüzünün alınyazısı gibi, tüm zamanları eğiren iplikler gibi, yerlerle gökleri bitiştiren dört eksen gibi taşırlar bizi dünden yarına… Onların hayat hikayelerini, geçmiş masallardan, epopeden, esatirden farklı kılansa, tüm zamanlar için taşıdıkları hikmetler, açılımlardır. Onların her çağ insanına söyleyeceği başka dersler, ibretler vardır, onlar donuk, durağan ve mat değildir, her daim kaynayan pınarlar gibi, çölün altından fışkıran Zemzem gibi, içtihatlarının parlak kolları tüm zamanlara ve uzamlara yetişir… Onlar, büyükannelerimizdir, sırlarımız onlarda saklı…

Sibel Eraslan

Devamı için

“İşlerim çok. Başka hiçbir şeye bakamıyorum.”

Bu lafı bir kişiden daha duyarsam, büyük ihtimalle katil olacağım. Mailime iki satır bile cevap yazmayanlar “çok yoğun”; bir şey anlatmak için söz verip haftalarca sesi çıkmayanlar “çok yoğun”; benden başka herkes ama herkes çok yoğun.

“Aaa tabii; onun için konuşmak kolay. Evde oturup yazıyor sadece. Çalışmaktan haberi yok.”

İstesem ben de “çok yoğun” olabilirim. “Bugün şunu yetiştirmem lazım; yarın şuraya gidip yazı konusu bulmam lazım, birkaç ay içinde romanımı bitirme planım var, sarkmaması lazım, o lazım, bu lazım…”

Hayatı boşvermek istedikten sonra “yoğun” olmaktan kolay mazeret yok ki. Hatta sadece yemek pişirip, alışverişe çıkıp, dizi izleyip yaşayarak da “yoğun” olabilirsiniz.

“Sinemaya gidemem ki, bugün temizlik yapacağım.”

E yapma.

“Ay seni arayacaktım, hep aklımdasın ama işlerden başımı kaldıramıyorum ki…”

Kâinatın en saçma ve zekâ özürlü mazereti. Yani “kafama uçan daire düştü, hastanedeydim” deseniz daha inandırıcı olur.

Normalde hiç kimse hayatının 24 saatini çalışarak geçirmez. En azından yemek yemek, uyumak ve tuvalete gitmek için ara vermeniz gerekir. Ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla en azından telefonda konuşabilirsiniz, değil mi? Ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak “çok çalışıyorum”u kesinlikle kabul etmiyorum. Eğer biriyle aylarca görüşmüyor ve “işlerim var, ondan” diyorsanız, bunun iki anlamı vardır:

a) Ben aynı anda iki işi yapamam. Doğal olarak çalışırken araya kimseyi katamam. Merdiven çıkarken çiklet de çiğneyemem. Hayatım allak bullaktır. Zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum.

b) Seninle görüşmek istemiyorum.

c) Ciddi anlamda işlerim yüzünden görüşemediğimizi sanıyorum. Bu mazerete gerçekten inanmışım. Kimi kandırıyorum ki?

(Son şıkkı kabul edecek babayiğit pek bulunmaz.) Ve hiç kimse beni birinci şıkka inandıramaz. Çünkü biriyle görüşmek isterseniz, mutlaka vakit ayırırsınız.

Bu aralar üst üste birkaç kişiyle bu “çok çalışıyorum da; başka bir şeye bakamıyorum” muhabbetini yaşadım; konuya o yüzden taktım. Bir insandan örnek vereceğim. Şu an için kendimi örnek veremem çünkü “evde çalışan yazar” olduğum için kimsenin beni iş konusunda ciddiye aldığı yok. Neyse canım, bana ne? Ben yazıyor muyum? Yazıyorum. Paramı alıyor muyum? Alıyorum. Gerisi beni hiç ilgilendirmiyor. Ama şunu da belirtmem gerek. Öğrencilik hayatım boyunca hiçbir zaman derslerin, sınavların, çalışmaların, zevklerimin önüne geçmesine izin vermedim. Benim için okul her zaman ikinci plandaydı. Eğer çok sevdiğim bir film oynuyorsa, yarınki sınava çalışmayı birkaç saat sonrasına erteledim ve filmi izledim; canım ertesi günü ödev yetiştirmeye oturmadan önce gezmek istediyse çıkıp gezdim;
ders çalışmayı planladığım gece bir arkadaşım “haydi sinemaya gidelim” dediyse herşeyi olduğu gibi bırakıp sinemaya gittim. Çünkü benim için “sevdiğim insanlar” ve “kendime vakit ayırdığım hayatım” herşeyden önemliydi. Hayatımda hiç kimseyi “çalışmam gerek” diye geri çevirmedim. Bir arkadaşa “hayır, eve gideceğim” dediysem, bu o anda eve gitmek istememden başka bir sebebe asla dayanmadı. En önemli işin başında da olsam, bir
dostum “seninle konuşmaya ihtiyacım var” dediğinde ben tüm işleri bırakırım. Çünkü hiçbir şey, çevrenizdeki sevgi ve sahip olduğunuz
yüreklerden daha önemli olamaz. Hayat kısacık, acayip bir şey. Hırslarla, kıskançlıklarla ve eşek gibi çalışmakla bitirilemeyecek kadar da değerli. Elbette boş boş oturun demiyorum. Çünkü hayat aynı şekilde, boş boş oturulmayacak kadar da değerli. Ama iş dediğiniz şey, sevdiklerinizle, kendinizle, hobilerinizle geçireceğiniz zamanın tamamını çalıyorsa, inanın bunda büyük bir terslik vardır. Kendini çalışmaya ciddi bir biçimde adayanve sevdiklerine zaman ayıramayacak kadar işlerine gömülmeyi kendi özgüriradesiyle seçen kişiler de var tabii. Ben böylelerinin asla evlenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Ve bu, kesinlikle tahammül edebileceğim bir kişilik tarzı değil.

Neyse, geçeyim örnek kişime: Ben ortaokul hayatım boyunca Soma’da yaşadım. (Oradaki hayatım da alemdi aslında. Bir ara onu da yazayım…) Anlatacağım kişi, bir arkadaşımın babası. (Ailecek de görüşüyorduk; aynı apartmandaydık.) Adam her sabah en geç altıda işe gitmek zorundaydı. (Mühendisti galiba. Maden ocaklarına çıkıp oradaki işleri yürütüyordu.) Yani haftanın beş günü, ciddi anlamda “sabahın körü” diyebileceğiniz bir saatte işinin başında olmalıydı. Bu durumda erkenden yattığını ve hafta içi başka hiçbir şeye vakit ayıramadığını düşünürsünüz, değil mi? En azından benim hayatımdaki “yoğun insanlar” için bu çalışma tarzı “işe git, eve gel, yemek ye, uyu, işe git, eve gel, yemek ye, uyu” düzenini gerektiriyor. Ve hafta sonları da “hafta içinin yorgunluğunu bir türlü atamıyorum” diye evde yatarak geçirilirdi. Aşırı yoğun çalışma temposu yüzünden bunlara laf da söylenmezdi. Çünkü “çok çalışıyorum, görmüyor musun?” demeleriyle, her türlü tartışma anında biterdi. Peki arkadaşımın babası böyle mi yaşıyordu? Büyük harflerle cevap veriyorum: HAYIR, ASLA… Akşam eve döndüğünde sosyal hayatı başlardı. Yemek bazen evde, bazen bizim de dahil olduğumuz dost topluluğuyla beraber dışarıda yenirdi. Sonra mutlaka birinin evinde
toplanılır; eğlence gırla giderdi. Bu adam işinin dışındaki tüm vaktini sevdikleriyle geçirir ve karısına asla yalnızlık hissettirmezdi. Hemen hemen her hafta sonu mutlaka ya Dikili’ye ya da Aliağa’ya yemeğe giderdik. Asıl çarpıcı örneğimi daha vermedim. Haftanın her günü sabah altıda işte olan ve akşam hava kararınca eve gelen bu adam, (bazen cumartesileri de
çalışıyordu galiba) evlilik yıldönümünde karısını Soma’ya iki saat uzaklıkta olan İzmir’e götürdü. Hayır, hafta sonu değil. BÜTÜN GÜN çalıştığı bir günün akşamında eğlenmek için gittiler ve gece yarısını geçe döndüler. Ertesi gün de bu adam tekrar sabahın köründe işine gitti!!!
Hiç kimse bana hiçbir şey için “çok meşgulüm, çok yoğunum, vaktim yok da ondan” gibi bir mazeret sunmasın. Ben inanmıyorum. Eğer biri beni aramıyorsa, aramak istemediği içindir. Eğer benimle görüşmüyorsa, görüşmek istemediği içindir. Ben başka HİÇBİR mazereti kabul etmiyorum. Son örneğimin ardından bu yazıyı bitirebilirdim. Çünkü gerçekten başka hiçbir lafa gerek yok. Vakit ayırmak istersen, istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin. Ama müsaadenizle ben bu konuyla ilgili söylenmiş ve gerçekten çok hoşuma giden sözlerden de bir demet sunmak istiyorum. Bunları herkesin çerçeveleterek duvarına asması gerek. “İşim var, vaktim yok” diye saçmalamaya ve daha da korkuncu bu saçmalığa kendimiz de inanmaya başlarsak acilen okuyup kendimize geliriz:

-İşinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız, bu sinirlerinizin ciddi biçimde bozulduğunun en açık göstergesidir. (Bertrand Russell)

-İşini her şeyden önemli sayarak günde sekiz saat çalışan, sonunda çalıştığı yerin başına geçer ve günde aynı hızla yirmi dört saat çalışmaya mahkum olur (Robert Frost)

-Mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektedir. (Edward Newton)

-Bitap bırakan günlük yaşam, ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir. (Anton Çehov)

-Eğer boş zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir. (L. P. Smith)

-Kalitenizin ölçüsü, boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır. Medeniyetlerin kalitesi de insanlara sağladığı boş zaman ve bunun kalitesi ile ölçülür. (Irwin Edman)

-Babam bana çalışmayı, fakat işin esiri olmamayı öğretti. Şimdi okumanın, hikaye anlatmanın, şakalaşmanın, konuşmanın ve gülmenin iş kadar; hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum. (Abraham Lincoln)

-Boş zamanı iyi değerlendirmek, çok ciddi bir sorumluluktur. (William Russell)

VE BENİM FAVORİM:

“Yeterli zamanım yok deme. Büyük insanların da günleri 24 saattir…”

CAN DÜNDAR

‘Allah da gelir’ hem de herkesten çok

……….“Ne olursan ol, yine de gel” perspektifinden, “ne olursan ol, yine de gelirim” kulvarına varışta, kuşkusuz “asrımızın” ihtiyaçları önemli bir rol oynamaktadır.

Birinin, bir alimin kapısını çalmasıyla, aynı alimin o kişinin kapısını çalması arasındaki klasik hiyerarşiyi, ezberi, kalıbı sarsan bir teklif, öyle değil mi?  Ama şimdi insanlar arası bu hiyerarşi ezberini toptan sarsacak bir örnek vereceğim…

Süveyd b. Saîd’den rivayet edilen bir hadis. “(Dedi ki): Bize Hafs b. Meysera rivayet etti. (Dedi ki): Bana Zeyd b. Eşlem, Ebû Sâlih’den, o da Ebû Hüreyre’den, o da Resûlüllah’tan (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) nak≠len rivayet etti ki: Şöyle buyurmuşlar:

«Allah (Azze ve Celle): Ben kulumun bana olan zannının yanındayım. Beni zikrettiği yerde, Ben onunla beraberim, buyurdu. Vallahi! Allah ku≠lunun tevbesine sizden birinizin sahrada kaybolan hayvanını bulmasından daha çok sevinir. Her kim bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım ve kim bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yakla≠şırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim.»

Ne kadar sarsıcı değil mi? Yaratıcının bile “koşarak geldiği” bir düzeyde, kulların yok ben gitmem o gelsin veya kim kime gitti, kim kimin kapısını çaldı ya da çalmadı cinsinden bir onur yarışına girmesi, herhalde abesle iştigaldir, hatta maazallah kibre kadar gidebilir ucu… Peki, Müslümanlar olarak nasıl bir dil kuracağız? Herhalde bunun da tek tip bir cevabı yok. Rahmeti gazabını aşmış Allah Teala’nın kuluna yönelik yakinlik gayreti, çok tesir etti bana… Gün gelip herkes sizi bıraksa da, Allah bırakmaz! Allah da gelir, hem de herkesten çok. Kapıyı çalan da aslen O’dur, başkası değil…

 

Sibel Eraslan

http://www.stargazete.com/yazar/sibel-eraslan/-allah-da-gelir-hem-de-herkesten-cok-haber-408385.htm

Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer Bey’e Açık Mektup

Kendisi fevkalade bir öğretmen ve tanıdığım en güzel şahsiyetlerden olan sevgili dostum Öznur’un kaleminden…

 

Bu yazı,
Çocuğu MEB’de okuyan tüm velilere ve MEB’de çalışan tüm öğretmen arkadaşlara tavsiyedir…

 
YILLARDIR EĞİTİM-ÖĞRETİM camiasında yer alan bir eğitmen olarak eğitim-öğretim sistemimizdeki yanlışları, çıkış yollarını dilimin döndüğü, kalemimim yettiği ölçüde yazdım. Umarım doğru yerlere ulaşır ve bir faydası olur…

Bir gün yavru deve annesine sormuş :

– Anne bizim kirpiklerimiz neden böyle uzun?

– Çöl ortamındaki kum fırtınalarından gözlerimizi koruyabilmek için..

– Peki anne, bizim neden hörgüçlerimiz var?

– Çöl ortamındaki susuzluğa ancak hörgüçlerimiz ile dayanabiliriz de ondan..

– Pekiiii, bizim toynaklarımız niye bu kadar geniş?”

– “Çölde yürürken ayaklarımız kuma batmasın diye..

Yavru deve, düşünmüş düşünmüş.. Annesinin verdiği yanıtları da düşünmüş ve çaresizce başını kaldırıp annesine tekrar sormuş:

– Peki anne, o halde bizim Atatürk Orman Çiftliği’nde ne işimiz var?

Çölün tüm şartları düşünülerek var edilmiş bir canlı türünün, bu özelliklerinin hiçbirini kullanamadığı bir çiftlikte ne işi vardır gerçekten? Bu sorunun yanıtı için çevremizdeki insanlara biraz kulak vermemiz gerek.

Yaşadığım bölgedeki tanıdık bir diş hekimine kontrol için gittim. Muayeneden sonra reçete yazmak için masasına geçti…….

 

Devamı için

Adem Güneş İle Çocuk Deyip Geçmeyin

Çocuk eğitimi konusunda tereddütleriniz mi var?

Karşı karşıya kaldığınız sorunlarda çözüm önerileri mi arıyorsunuz?

Bir uzmanın desteği için Pazartesi, Salı ve Çarşamba günleri 09:30’da Uzman Pedegog Adem Güneş’e kulak verin.

Güneş, Anadolu Pedagojisi adını verdiği kendi yaklaşım tarzı ile çocuk ve ergen psikolojisi üzerine mutlaka dinleyip gözönünde bulundurmanız gereken ipuçları veriyor; dinleyenlerinin, programla niçin daha önce tanışmamış olduklarını sorgulamalarına sebep oluyor. Bildiğiniz yanlışları sürdürmemek ve insan yetiştirme gibi önemli bir konudaki ‘doğru’ları uygulayabilmek adına daha fazla geç kalmamak için Çocuk Deyip Geçmeyin’in düzenli bir dinleyicisi olmanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

Burç FM 88.8

Terslik ?

“Her şey ben ilkokula yazıldıktan sonra başladı. Bir akşam evde ders çalışırken annemin bana tuhaf baktığını fark ettim. Yazdıklarımı dikkatle inceledikten sonra mırıldandı. Az sonra elinde düz beyaz bir kağıtla çıkageldi.

“Bir ağaç çiz” dedi, bana.

Çizdim. Önce köklerini, sonra aşağıdan yukarıya doğru gövdesini ve daha sonra dallarını ve yapraklarını… ben çizerken annem “Allah Allah” diye söyleniyordu. Sonra kendisi bir tane çizdi. Önce kalın bir gövde, sonra dallar ve yapraklar, en son kökler… Ne fark eder ki?..

Sonra yazı yazdırdı. Yazdım. Hemen yanına kendisi yazdı. Baktım B’leri, D’leri, N’leri benimkilere benzemiyor. Onunkiler ters.

Sabah ayakkabılarımı bağlarken (ben hala bağlayamıyordum)

– “Öğretmenin bu yazdıklarına bir şey demiyor mu? diye sordu. Zaman zaman bana kızdığını söyledim. Tahta da yazılanları deftere geçirirken zorlandığımı, gecikince de “Tembel” diye fırça yediğimi anlattım.

“Niye zorlanıyorsun?” diye sordu annem.

“Çünkü tahta da yazılanlar da senin gibi…” dedim. “Ters aynı…”

Öyleydi gerçekten de, benim “ev” diye yazdığımı sınıftakiler “ve” diye okuyorlardı. N’leri, P’leri, K’ları ters yazıyorlardı. Herkesin sağ bildiği benim solumdu.Tahtadakileri defterime geçirirken düzeltmeye çalışıyordum. O yüzden gecikiyordum.

O gün öğleden sonra annem okula geldi. Öğretmenle bir şeyler konuştu. Ertesi günde kapısında “Davranış Bilimleri Enstitüsü” yazan bir yere götürdü.

“Bak bu abla doktor. Seninle biraz konuşacak” dedi. Güler yüzlü bir abla adını söyleyip tokalaşmak için elini uzattı. Uzattığı eli tersti. Tokalaşamadık. Sonra o da bir şeyler yazıp çizmemi istedi. Bunun çocuklarda çok sık rastlanan bir sorun olduğunu söyledi. O sözcüğü ilk kez orada duydum…. DİSLEKSİ….

Doktor dönüp arkasındaki dosyalardan bir kağıt çıkardı.

– “Bu çizimler ve yanındaki notlar Leonardo da Vinci’ye ait” dedi. Yazılar bana çok tanıdık geldi. Benim gibi düz yazan birini bulmuştum işte.Sonra masanın üstündeki aynayı elindeki kağıda tutup bize gösterdi.Annem hayretler içinde kaldı.Notlar onların diline tercüme edilmişti sanki. Ayna bir şifre çözücü gibi düzeltmişti yazıları… doktor abla bunun bir hastalık değil, bazı çocuklar da rastlanan türden bir bozukluk olduğunu anlattı uzun uzun. Disleksilerin bazı harfleri ve sayıları ters yazdıklarını, ancak bunun bir zeka eksikliğinden kaynaklanmadığını, hatta tersine, disleksil çocukların çoğunda üstün zeka saptandığını söyledi.

Edison’un, John Lennon’ın, Michelangelo’nun, Steven Spielberg’in, Prens Charles’ın, J.F. Kennedy’nin disleksil olduklarından söz etti. Yine bir disleksil olan Einstein’ın okumayı 9 yaşında söktüğünü ve normal okulda başarılı olamayınca da babası tarafından askeri okula yazdırıldığını anlattı.

– “ Bu saydığım isimlerin hepsi birer dahi idi. Bize göre ters yazmalarına itiraz edilmediği, tersine hoşgörü ile bakıldığı için dehalarını kanıtlayabildiler.” dedi. Çıktığımızda hastalığımı sevmeye başlamıştım. Yanılmamıştım işte. Ben değildim ters yazan onlardı…. farklılığımdan utanmamaya başladım. Ertesi gün okula cebimde bir ayna ile gittim. Ayna benim tercümanım olmuştu adeta. Yazdıklarımı onların diline çeviriyordu.Onların yazdıklarını da benim için düzeltiyordu.

Ancak o gün resim dersinde koptu kıyamet. Öğretmen hepimizden bayrak çizmemizi istemişti. Bir ay yıldız çizip, boyayacak ve sıramızın üzerine asacaktık.Önce yıldızı çizip, yanına bir hilal kondurdum. Sonra öğretmen tepemde bitti.

“Bu hilal ters” dedi.

“Hayır, düz “ dedim. Kağıdı önümden çekip, sınıfa gösterdi.

“Sizce bu hilal ters mi, düz mü?” diye sordu. Çocuklar hep bir ağızdan “ ters, ters” diye bağırmaya başladılar.Öğretmen tahtaya kalkıp doğrusunu çizmemi istedi.Kalktım, çizdim. Sınıf katıla katıla gülüyordu. Öğretmen “bak yine ters yazıyor” diye bağırdı. “Sen benimle alay mı ediyorsun? Bu ülkenin bayrağını ters çizemezsin herkes gibi çizeceksin” diye gürledi. Korkarak cebimden aynamı çıkardım. Tahtaya doğru tutup bakmalarını istedim. Aynaya yansıyan görüntü tam onların çizdiği gibiydi. Tersti.Aldırmadılar… hem alay ediyor, hem öfkeyle “Düz çiz… düz çiz” diyordu. Öğretmen, elimi avuçlarının içine aldı ve zorla bana ters bir hilal çizdirdi. Sınıfa döndü “Şimdi düz mü?” diye sordu.Herkes hep bir ağızdan düz dedi.”Haydi şimdi yerine” dedi öğretmen. İşte ben de terstim artık. Sırama doğru yürürken ensemde öğretmenin sinirli ses dalgalarını hissettim. “ Sözümü dinlerseniz, yarın hepiniz birer Leonardo olabilirsiniz” diyordu. Güldüm. Oturduğumda ay, tahtadan ters ters bana bakıyordu.

CAN DÜNDAR

Alvin ve Sincaplar: Eğlence Adası

[youtube=http://www.youtube.com/watch?v=Bs9mPICV3-M]

Bu gece oğlum ile güzel bir sinema keyfi yaptık.

Cuma gününden ödevlerini bitirip, hafta sonu kitap okuyup, özetini de defterine yazınca söz verdiğim gibi “Alvin ve Sincaplar: Eğlence Adası ” na gittik.

Ailecek izlenecek neşeli bir sinema.

Alvin ve Sincaplar lüks yolcu gemisinde seyahat ederken kaza sonucu ıssız bir adaya düşerler. Hem evlerine geri dönmek için planlar yapmaya çalışacaklar hemde bulundukları adayı keşfedeceklerdir.