çocukluk

Cam Önleri

Burak Yılmaz photographKüçük bir pencereden bakmayalı ne kadar zaman oldu? Yaşanan  bir masalı, bir akışı, bir serüveni izlemeyeli; içimize hayatı doyasıya çekmeyeli ne kadar zaman geçti?

Yoksa, pencerelerimiz ardına düşen, artık bir masalı anlatmayan, bir türküyü terrennüm etmeyen zamanlar hiç geçmedi, hiç değişmedi mi?

Evlerimiz küçücük bir pencereyle açılırdı bir zamanlar dünyaya ve neler neler sığardı o küçücük pencereye. Körebe oynayan çocuklar, mızıkçı çocuklarla yapılan kavgalar, annesinin bütün seslenmelerine rağmen oyunu bir türlü bırakmayan çocuğun umursamaz tavırları… Torununun oyununu seyreden dedelerin artık “bir varmış bir yokmuş” ömrünü bastonuyla sürüklemeleri, baston tak-taklarına karışan ezan sesleri… Anaç tavuğun kesinlikle düşman gibi görünmeyen evin kedisine horozlanmaları…

Ve tüm bunları kaneviçeli, dantelli örtülerin delikleri arasından, sardunyaların ve erik yapraklarının izin verdiği ölçüde izlerdiniz. İşte o aralıklarda dünya kare kare büyür, genişlerdi.

Zehra Korkmaz’ a ait bu sıcacık satırları okuduğumda hayata pencere önünden baktığım zamanlar geldi aklıma

İlk 5 yaşındaki halimi hatırladım.

Pencere önündeyim,

Dışarıda kar kış.

Elimde günlük gazetenin bir eki.

Karikatürler var sayfanın alt köşesinde, cam önünde el işi yapan annemin yanına geliyorum ve okumasını istiyorum .

Annem okuyor, gülüyoruz…

Camdan dışarıyı gösteriyor bana,

Komşumuzun benden büyük kızı ve oğlu okul servis aracına biniyorlar.

“Sen de seneye okula başlayacaksın onlar gibi ve kendin okuyacaksın artık” derken yüzümü avuçları arasına alıp gözlerimin içine sıcacık bakıyor, gülümsüyor.

Cama dayıyorum burnumu, mavi renkli bir arabaya biniyorlar.

Nefesim buğuluyor camı.

Siliyorum …

Camda avuç izlerim…

Araba hareket ediyor ağır ağır, köşeyi dönüp gidiyorlar.

Ben, okula gittiğimi ve okumaya başladığımı hayal ediyorum cam önünde,

mutlu oluyorum.

Bir sağ bacağımda bir sol bacağımda seke seke evin içinde koşturuyorum.

Çocukluğumun Ramazan günleri geliyor aklıma,

İftar saatlerinde cam önünde ezan sesini beklediğim heyecanlı anları….

Gözlerim minarenin şerefesinde, dilimde dua “allahümme inneke afifun kerimun tuubbun affe fafu anni”.

Ve ALLAHUEKBER sesi ile yemek odasına çığlık çığlığa koşturuşum…

Sahur vakitlerinde sokağımızdan geçecek olan davulcuyu bekleyişim

Gördüğümde sevinişim

Halamın penceresindeki kuşlar.

Sürü sürü….

Kulaklarımda kanat sesleri…..

Cam önünde , minik avuçlarıma koyduğum yemleri gelip yesinler diye saatlerce bekleyişim

Gelmeyişleri

Beklemekten sıkılışım

Pencere pervazına bırakıp odaya dönüşüm,

Yeşil kanepeye oturduğum anda kuşların yeniden cama gelişleri

Bu gel git lerle oyalanışım

Mesaisi uzun sürdüğü saatlerde

Cam önünde babamı bekleyişimiz…..

Sırtımızdaki hırkaları, annemizin sıcacık kolları sarmış.

Bekliyoruz babacığımı getirecek araba köşeden görünsün diye.

Araba geliyor,

Babam iniyor ,

Gözümüzden akan uykular birden siliniyor

Koşa koşa kapıyı açıyoruz

Babacığım daha ayakkabılarını bile çıkaramadan

Heyecan içinde , o gün ne oldu ne bittiyse ,

Kardeşimle “önce ben anlatıcam” diye yarışıyoruz.

Bacaklarına sarılıyoruz

Kardeşim hemen omuzlarına çıkıyor

Ben kucağındaki yerimi almışım

Babam fabrika kokuyor

Babam yorgun

Ama bizi dinliyor

Babaannemin penceresi önünde saksılar

Bahçesindeki güller, ortancalar, fesleğenler

Minik çakıl taşları…

Ya sizin cam önleriniz?

O pencereden hayata bakarken gördükleriniz?

Kim bilir neler, neler…

28/01/2005 Rana

Özlüyorum Seni

Bademliğin dar sokaklarında koşturan bir küçük çocukken hayat gökyüzü gibiydi. Maviydi…

Babaannemin bahçesinde açan ortancalar, sümbüller, güller, pencere önündeki leylaklar, toprağın kenarlarını süsleyen çakıl taşları…

Akşamları içilen mis kokulu kahveler konsolun en nadide parçası olan fincanlarda sunulurdu. Babamın fincanı takımdaki bir ton koyu renk olandı her zaman… Asla farklı bir fincanla ikram olmazdı efendimize. Evimizin direğine…

Geceleri yatağa yattığımda odamın kapısını açık tutan babaannem, yan odada gaz lambası ile okurdu Kuran-ı Kerimini. Hafiften sallanan bedeni koridor duvarına yansırdı da ona bakarak yumardım gözlerimi.

Elleri ince uzun parmaklı, pamuk tenli Osmanlı kadını.

İpek ruhunun yansıması nakışlar, oyalar dantelalar ellerinde.

İşleyişlerdeki nezaket, bileklerindeki kibar kıvrılmalar.

 

Sandıktan çıkarırım bana bıraktığın altın saatini kimi zaman. Senin bileğindeki kadar güzel durmuyor bileklerimde. Yakıştıramam koyarım eski yerine. 100 yıllık aile albumunu alırım sonra elime. Eski istanbul, herbiri toprak olmuş insanlar.Ve bir hatıra da tamamlamaya vaktinin olmadığı, yarım kalmış, tığı hala üzerinde saplı duran dantelan…

Özlüyorum seni,
Mekanın cennet olsun babaannem….

-Rana Çolak-

İyi ki varsın

Halıcıoğlundan sütlüce ye geçen küçük tünel…

Her geçişte gözümde canlanır hatırladığım ilk korkum, yüreğimde hala aynı duruyor.

Küçük adımlarımla babamdan birkaç adım önde yürüyorum,

Babaannemin Bademlikteki evine gidiyoruz.

O kadar heyecanlıyım ki hoplaya zıplaya ilerlerken babamın elini tutmuyor olmamın verdiği bir marifet hissi içimdeki…

Biliyorum ki babam birkaç adım gerimde gelmekte, yine de özgürlüğün yanında güven de arıyorum.

O küçük tünel bana upuzun gelirken, yanımdan geçen ve beni otobuslerden ayıran tel kafes…

Otobüslerin sesleri kulaklarıma doluyor, şiddeti eteklerimi uçuruyor….

Kaldırımdaki çizgilere basmadan yürümeye çalışan bir çocuktum o zamanlarda da. Hoplaya zıplaya ilerliyorum. Derken…

Arkamı dönüp babama bakmak geliyor aklıma.

Yok…!

Tek başımayım

Yalnızım

Ne yapacağım ben ?

Nerede babam?

Hızla geriye doğru koşmaya başlıyorum

Tünel bitmeyen mesafe…

Ve babam saklandığı yerden tatlı gülümsemesi ile çıkıyor.

Bacaklarına sarılıyorum…

İyi ki varsın.

Rana Çolak