mutluluk

Saadet o kadar da uzakta değil

Evlilik arefesinde olan yada evliliklerinde ufak tefek tartışmalar yaşayıp da gönül kırıkları ile bana açılan kardeşlerime anlattığım bir hikaye vardır :

Evli bir çift , bir akşam oturup, ilişkilerini gözden geçirmeye karar verirler.

Her ikisi de, boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin de farkındadırlar.

Erkek, “Aklıma bir fikir geldi” der.

“Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da büyürse bunu bir daha aklımızdan geçirmeyelim. Bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım.”

Bu ilginç fikir hanımının da hoşuna gider.

Ertesi gün gidip bir fidan alırlar ve bahçeye dikerler.

Aradan bir ay geçtiğinde,  bir gece bahçede karşılaşırlar.

Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardır.

Evet..

SEVGİ içi boş bir kavram değildir.

Evlilikte mutluluğun birinci şartı EMEK tir.

Emeksiz ne bir fidan, ne çocuk yetişir .

Ne de ailede huzur sağlanabilir.

Çevremdeki güzel evlilik modellerine karşı hiçbir zaman kayıtsız kalamaz ve bu güzelliği nasıl sağladıkları konusunda her iki çiftede sorular yöneltirim.

İki satırdan oluşmuş görülse de uygulamada gerçekten özveri gerektiren davranışları barındıran müşterek cevap genelde şudur:

“Duyguları ilk günkü tazeliğinde korumak, eşimi hiç kimseye ezdirmemek, şefkatimi ve merhametimi göstermek, onu anlamaya çalışmak, iletişim halinde olmak

Her ailede ufak tefek olumsuzluklar yaşanması gayet normaldir.

Kıymetli babacığım “bir evde sürtüşmeler olmaz ise o evlilik beklenmedik bir anda, aniden yıkılır. Bu sebeple münakaşa etmeden, münazara ile , birbirini kırmamaya özen göstererek sorunlar konuşulmalıdır” derdi..

Çiftler birbirlerini “ezmek, yenmek” fikri ile değil, “uzlaşmak, anlaşmak” niyeti ile yaklaşmalı, bir iletişim zemini üzerinde konuşabilmelidir.

Nedense bizler konuşma hususunda çok da başarılı olamıyoruz. Hani bir laf vardır “dağ dağa küsmüş de dağın haberi olmamış” misali küsüyoruz, surat asıyoruz. Kırgınlığın  sebebi veya nasıl giderebiliriz konularında iki çift laf etmiyoruz.. Onarılmamış kırgınlıklar zamanla büyük küslüklere, bu küskünlükler iletişimi istememeye ve iletişimsizlik de gün be gün kopmaya kadar varabiliyor.

Sonunda bir bakmışsınız aynı çatı altında birbirinden habersiz iki yabancı…

İşin daha da acısı mutsuz çocuklar, akabinde gelecek mutsuz yarınlar….

Aile, insanın kendini en güvende hissettiği, dış dünyaya karşı zorluklara direnç gösterebildiği, kendisini en fazla sevenlerin bulunduğu cennetten bir köşe olmalıdır.

İnsanın mutlu olmak adına aradığı her şey evlilikte, ailede mevcuttur.

Ancak “mutlu olmak için” neyi aradığınız ile ilgilidir birazda bu durum. Kuracağınız yuvada hem dünya hem ahiret saadeti istiyor iseniz, merkezine Allah inancını oturttu iseniz, güzeller güzeli Peygamber efendimizin (sav) ahlakını ve aile yaşayışını örnek edindi iseniz o evlilik Allah ın himayesi altındadır inşallah.

Şu an aklıma gelen ve her hatırlayışımda gözlerimi dolu dolu eden çok kıymetli büyüğümüz, hocamız Sabri Tandoğan Beyefendinin o derin tespitini size aktarmak isterim. Diyor ki o güzel insan :

İnsanlar kuru ekmek yedikleri için boşanmazlar, yamalı elbise giydikleri için boşanmazlar. İnsanlar, karşı taraftan sevgi, saygı, ilgi, şefkat görmedikleri için boşanıyorlar. İnsanoğlu sevgi, saygı görmezse yaşamak neye yarar...

 

Aile birliği öyle sağlam temeller üzerine kurulmalı ki, eşler kapıdan girerken hiç bir şey, ama hiçbir şey ölüm bile olsa, bizi birbirimizden ayıramaz, bizler Allah’ın izniyle, Peygamberin yardımıyla bu mübarek kapıdan içeri giriyoruz. Her şeyimizle birbirimize aidiz. Sevgiyle kenetlenen ellerimiz hiçbir zaman hiçbir şekilde bir birinden ayrılmayacak. Biz bu yuvayı sevmek ve sevilmek için kurduk. Hayat boyu birbirimize yardımcı olacağız. Hayatın getirdiği acıları da, sevinçleri de beraber paylaşacağız. Asıl gıdamız sevgi olacak. Her zaman “seviyoruz, seviliyoruz, güzelliğimiz bu yüzden.” diyeceğiz. Ve “sevmek devam eden en güzel huyum” şarkısını hep beraber söyleyeceğiz. Sabahleyin eşler birbirinden ayrılırken yürekleri titremeli. Akşama kadar ayrı geçecek zaman onlara bir asır kadar uzun gelmeli. Hep, o akşam eve gelmenin sıcak heyecanı içinde ürpermeli, bekleyiş heyecanı içinde olmalı. Akşam kapıdan girerken önce besmele diyip, Allah’a şükredip, sonra el ele tutuşup, “hiçbir şey ama hiçbir şey bizi birbirimizden ayıramaz.” diyebilmeli.”

Böylesi bir aileyi yaşatabilmek inanın hayal değil.

Her şey o iki insanın elinde

Kadında ve erkekte.

Yeter ki emek verelim, sevelim, hoş görülü olalım, hiçbir zaman saygımızı yitirmeyelim birbirimize.

Efendimiz, Sevgili Peygamberimiz (sav) in bir hadis-i şerifi ile bitirelim:

“Müminlerin iman yönünden en kâmili, ahlâkı en güzel olanı ve ailesine karşı en çok lütufkâr davrananıdır. Hayırlınız ailesine iyi davrananızdır. Ben ise aileme karşı en iyi davrananınızım”

 

Allah bir elinizi tutmadan öbür elinizi bırakmıyor

Dışarıda yağmur vardı, akşamın lacivert karanlığı tüm güzelliği ile inmeye başlamıştı.

“Hadi sinemaya gidelim bu akşam, önce güzel bir yemek yer, ardından filmimizi izleriz. Ne dersin?”

Böyle akşamların “hayır” denemeyecek teklifini yapmıştı bana.

Havadaki koku, gökyüzünün rengi, romantik bir film izlemeye davet eder gibiydi.

Öyle de yaptık…

Güzel bir filmdi.

“Melekler Şehrini” hatırlayanlarınız olabilir. Ona benzer tarzdaydı.

Adı “cennet gibi” (Just Like Haven)…

Film,  kendini doktorluk mesleğine adamış bir genç kadının tam aşkı yakalamak üzereyken trafik kazası geçirmesi ile başlıyordu.

Detaylara şimdi girmiyim, izlemenizi öneririm.

Filmin  güzelliği bir yana , asıl içerdiği  mesaj çok tesir etti bana.

“Yaşanması gereken ne varsa hayatta, eninde sonunda yaşanıyor, eksik bir şeyler kaldı ise, illa tamamlanmasını bekliyor”

evet…

Sinema salonundan çıktığım anda her zamanki gibi ayaklarım yere sıkı basamadan, merdiven basamaklarını bulmakta güçlük çekerek, izlediklerimin hoş sarhoşluğuyla onun koluna girdim ve bu sözü söyledim kulağına :

“Yaşanması gereken ne varsa hayatta, eninde sonunda yaşanıyor”

Sonra bu sözün üzerine tatlı tatlı konuşarak,  gülüşerek eve geldik.

16 aylık oğlum anne ve teyzesini sevinçle karşıladı, üçümüz birbirimize sarılıp dans ettik salonun ortasında, hoştu…

Bir yerlerde okumuştum. Diyordu ki “yaşanması gereken ne varsa yaşıyorsunuz. Sizin için takdir edileni yaşıyorsunuz. Çünkü gerçekten hayırda, şerde, iyi gün de, kötü gün de insanlar için. Hepsi bir imtihan vesilesi. Ve hep şunu gördüm : İnanın,  Cenab-ı Hak bir elinizi tutmadan öbür elinizi bırakmıyor.”

Gerçekten de yaşam çok da zorlanarak ilerletilmiyor.

Kimi zaman olması gereken sonun ne olduğunu bilmediğimiz için aksi yönde zorluyoruz hayatı. Sonunda görüyoruz ki boşuna.

Oysa bazen durup beklemek, akıntının bizi ne yöne çektiğini anlamaya çalışmak, biraz soluklanmak daha uygun gibi görünüyor.

Bazen tercihlerimizin bizi nereye çıkaracağını bilmiyoruz.

Yoksa illaki yaşamamız gereken şeyi mi tercih ediyoruz?

Hiç düşündünüz mü bunu?

Hayat imtihanında seçtiğimiz yol ve tercihlerimiz bize ya artı puan verecek ya da eksi.

Ama inanıyorum ki nihayet değişmeyecek.

O mutlak son ne ise o olacak ve yaşanacak.

Seneca’nın da dediği gibi , mühim olan ömrün sarf edildiği yere göre kıymet kazandığını düşünerek yaşamaktır.

Ömrün uzunluğuna yada kısalığına bakmamak lazım.

Film deki bir sahne daha geldi şu an aklıma:

Adamın elinde kadını ve ablasını gösteren, son derece neşeli oldukları bir fotoğraf var.

“Çok mutlu bir gününüzde mi çekilmişti bu fotoğraf?” diye soruyor kadına.

Kadının cevabı ilginç :

“Hayır. Aksine tıp fakültesine giremediğimi öğrendiğim bir gündü. Değil fakülteye girebilmeyi, açık öğretimi bile kazanamamıştım. O gece sınav sonuç kağıtlarımı yırttım ve ablamla sabaha kadar eğlendim. Hayatımın ilk başarısızlığı idi. Oysa bütün hayatım başarılarla doludur benim. Ve hep çalış-çalış-çalışlarla… İlginç olan ve bu resmi önemli kılansa ömrümün hiçbir gününde o başarısız günümde olduğu kadar mutlu olmamıştım ben.”

Peki ya bizler?…

Düşünmek zamanı…..

(aralık 2005)

Rana Çolak