namaz

Kalbine bir ana bakışıdır namaz

Hatırlar mısın oyuna daldığın solgun ikindileri? Terk edilmiş sokak başlarını süsleyen çocuksu neşelerde yitirirdin kendini. Üşüdüğün aklına düşmezdi. Toprak kiri ellerini küçük sevinçlerin yumağına sarıp ısıtırdın. Gece, kuzgunî bir şal gibi ağır ağır omuzlarına çökerdi; aldırmazdın. Oyunun heyecanıyla aydınlatırdın yüzünü, gözlerini. Acıktığını fark etmezdin. Oyuncak zaferleri kut ve gıda eylerdin kalbine. Evi unuturdun. Sıcak odalardan uzaklığına yanmazdın. Bilmezdin ki sen pencere önü çiçeğisin. Derken, ılık bir anne sesi çekerdi kulağını. “Hadi oğlum eve gel!” “Bak yemeğin soğuyor!”

Ezanı öyle sıcacık bir ana çağırışı say işte! Ardında sakladığı mutlulukları unuttuğun, aydınlığını özle(ye)mediğin ulvî pencerelerin pervâzından salkım saçak taşan ana merhametidir. Hasretlerine mukabele edemeyecek, kalbine gıda vermeyecek oyunların telaşını durduran, yumuşak, tatlı, munis, âşina bir sesleniştir ezan… “Akşam oldu; ömür bitiyor, eve dön, varlığını sonsuzlayacağın kapıyı aç… Hava karardı; gönlüne teselli veren renkler çekildi. Hüzün ve korkuların ellerinin nereye vardığını göremeyeceğin kadar koyulaştı. Yüzüne varacağın, huzura konacağın pencerenin önüne gel. Bak, iyice soğudu da hava, üzerin tiril tiril, kaygıların kışında sıkışan göğsünü sarabileceğin bir yakınlık şalın bile yok… Yuvaya dön, sonsuz yumuşaklıkta bir yastığa başını dayar gibi secdeye var; namazın avuçlarına dök eteğinde biriken yetimlikleri, yabanlıkları…. Sımsıcak bir çorbayı yudumlar gibi, dudağının arasına al dualarını, damağına değdir suskunluğa zincirli fısıltılarını.. Çamura bulanmış ellerini, dünyanın kiriyle kararmış yüzünü kara(n)lıkların tozuna bulaşmış gözlerini, abdestin çeşmesinde yu…”

. De ki: İyi ki geldin sıcak yanım Ölümü sol köşede eritti bakışların..

Apansız, teklifsiz gözüne girip girip gönlüne asla teselli sunmayan billboard resimleri gibi yolunu kesen, gönlünün mah/pus fısıltılarını duymaktan seni alıkoyan fırsatçı bezirgânlar gibi habire sa/taşan, seni durmaksızın koşturan ama menzil vaad etmeyen yürüyüş bantları gibi yoran “büyük” işlerden çekip alır seni namaz. Hırslarının hazlarının yapışkan kuytusuna itip unuttuğun, kentlerin kuru gürültüsünde ninnileyip uyuttuğun, ağzına gündelik telaşlarını kapatıp susturduğun yetim çocuğu hatırlatır sana. İçindeki çocuğun elinden yeniden tutar. Namaz, küçük bir kız çocuğu yumuşaklığında sokuluverir yanına. Küçücük yüzdeki tebessüm içinde saklı kuşları nasıl sonsuz genişlikte bir göğe çağırıyorsa, daracık seccadenin yüzünde saklı vaadler de kalbini sonsuz genişlikte bir göğüse yerleştirir. Küçük kız çocukları gibi, gözlerine toplar cümle çığlıklarını. Tepeden tırnağa bir bakış olur, gök mavisi gözlerini üzerine yağdırır şefkat kurağı çöllerinin. Bir damla gözyaşının seline kapılır; yıkılır, yok olur, silinir sığ haritalarda çizdiğin öncelikli ülkelerin/ilkelerin. Bakışına dayanılmaz o meneviş gözlerin. Menziline girdiğin dem vuruldu bil yüreğin.

Küçük ve yumuşak elinin çekimine karşı konulmaz kız çocuğunun. Küçük bir gayretle çekip alabilirsin elini elinden gerçi. Yüzünü azıcık çevirip gözlerinin hapsinden firar edebilirsin kolayca.. Ama.. Kalbini sarıp sarmalayan avuçlar, gönlüne kelepçeler takan bakışlar seni sana sürükler. Kendi kıyında bulursun kendini yeniden. Hatırla ki, Medineli bir kız çocuğu Peygamber’in [asm] elinden tutacak olursa, kız çocuğu O’nun elini bırakıncaya kadar O elini çekmezdi. Namaz, gözleri menevişli, saçları kıvır kıvır bir kız çocuğu gibi, ardı sıra koşturduğun-sözüm ona-büyük işlerden koparır seni. Kalbinin yanına çağırır nefesini. Hesapsız, kıyısız neşelerin köşesine oturtur sesini/sessizliğini. Sonsuz, vedasız baharların renk/ahenk çiçekleri dibinde yatıştırır iç çekişlerini. Sade, duru bir tebessümün yanağında durultup süzer cümle gönül kırışıklıklarını/karışıklıklarını. Sever seni, sevindirir, sevildiğini bilir, sevildiğine sevinir. Cismi şefkatinin yanında pek sönük kalır. Bedeni yüreğinin göğünde pek cılız durur. Sarılır göğsüne, yüzünü yüzüne değdirir. Ama içinde parlattığı incilerin üzerini kapatır, derûnunda beklettiği sözleri senden sakınır. Suskundur; yarım ağız konuşur gibidir; lâkin söyleyeceği ne çoktur, ne çoktur…

Gözlerine bir kız çocuğu ağlayışıdır namaz. De ki:  Gözlerin ışık seli senin, Al karanlıklarımı gözbebeklerinde yıka”

Senai Demirci

Kim Hasta ?

Sıradan bir hafta sonuydu. Tatilin tadını çıkarmak adına geç saatlerde kalkmış, kahvaltı yapıp, “bugün ne yapabilirim, geriye kalan vaktimi nasıl değerlendirebilirim” diye düşünürken cep telefonum çaldı. Çalıştığım hastaneden arıyorlardı. Ne olabilirdi ki? Umarım tatilimi mahvedecek bir şey değildir, diye düşündüm.

Görevli arkadaş icapçı hemşire olduğumu, İstanbul’a bir hastanın götürüleceğini ve en geç 20 dakika içerisinde hazır olup hastaneye gelmem gerektiğini söyledi. Ben de hazırlandım tabi, ama söylene söylene. Nerden bilebilirdim bu yolculuğun hayatımı değiştireceğini!

Hastaneye geldiğimde ambulans hazır halde beni bekliyordu. Fakat hasta yoktu. Evinden alınıp sonrasında daİstanbul Fatih’teki evine bırakılacaktı.

— Oh, dedim, demek ki hastanın önemli bir problemi yok. Gerekli malzeme kontrollerini yaptıktan sonra yola koyulduk.

Hastanın evine vardığımızda bir doktor karşıladı bizi. Hastanın ilerlemiş bir beyin tümörünün olduğunu ve yapmam gerekenleri bir bir anlattı. Hastayı sedyeyle ambulansa aldığımızda bilinci yarı açıktı. Bazen bizi işitiyor, bazen de derin bir uykudaymışçasına hiç konuşmuyordu. Eşi de yanında refakat etmekteydi. Bir süre bu şekilde gittikten sonra hasta idrarının geldiğini söyledi. Bir ördek yardımıyla bu işi hallettik. Sonrasında da eşinin kulağına bir şeyler fısıldadı.

— Eşinizin ağrısı mı varmış, dedim.

— Hayır, namaz vakti geldi mi diye soruyor, dedi. Abdest alacakmış da.

— Nasıl yani, yerinden bile kalkamıyor, nasıl abdest alacak! Üstelik verdiğimiz ilaçlar devamlı idrar yaptırır ve abdesti sık sık bozulur, o zaman ne yapacağız?
Hastanın gözleri ilaçların etkisiyle yavaş yavaş kapandı ve derin bir uykuya daldı. Belli bir süre bu şekilde devam etti yolculuğumuz. Hasta bir ara gözlerini aralayıp:

— Namaz vakti geldi mi, dedi.

— Evet, dedi karısı.

Hasta, ambulansı uygun bir yerde durdurup, kendisi için bir tuğla parçası arayıp aramayacağımı sordu:

— Tabiî ki ararım, dedim. Ama ne yapacaksınız ki tuğla parçasını?

— Abdest alacağım hemşire hanım, dedi bitkin bir şekilde.

Aman Allah’ım, “yoldayım” diye kılmadığım, “uykusuzum” diye kazaya bıraktığım, “biraz sonra kılarım” diye ertelediğim namazlarım geliverdi aklıma.
Ambulansı bir tesiste durdurduk ve bir tuğla parçası aramaya koyuldum. Birinci adım, ikinci adım derken bir de baktım ki tuğla parçası karşımda duruyor. Sanki bilinçli bir el onu benim almamı istercesine oraya koymuş gibiydi âdeta.

Tuğla parçasını aldım, hastaya verdim. Taşı karnının üzerine koydu ve yolculuk boyunca her abdesti bozulduğunda teyemmüm edip abdest aldı ve ardından namazını eda etti. Bilinci yerindeyken, dudaklarında hep bir mırıltı, durmadan dua ediyordu.

Allah’ım nedir bu yaşadıklarım. Bu insanlar gerçek olabilir mi, diye geçiriyordum içimden. Yerinden kalkamayacak kadar hastayken “namaz vakti geldi mi” diye soruyordu adam. İmkânsız olduğunu düşünürken tuğla parçasını bulmam, adamın devamlı teyemmüm abdesti alması o kadar garibime gitmişti ki…

Başım ağrıyor, romatizmam var, ayaklarımda mantar var, uykusuzum, yorgunum, işlerim çok yoğun gibi bahanelerle abdestten, namazdan kaçanlar var ya, onlar geldi aklıma. Kendim geldi aklıma. Utandım, yıkıldım ve o adamı tanıdıktan sonra namaza dört elle sarıldım, sanki namazla yeniden dirildim.

Sanırım, hastanın sonunu merak ediyorsunuz. Hasta kısa bir süre sonra vefat etmiş. Nasıl öldüğünü tahmin ediyorsunuzdur herhalde.Nasıl yaşadıysa öyle.

Sibel GÜNAYDIN

—————–

Sevgili Ayşe Reşad ablamın gönderdiği bu yazıda, adeta babamı okumuştum…

80 küsür yaşında, her iki bacağı protezli, desteksiz yürüyemeyen, 2 yıldır sonda takmak zorunda olan, ikinci seviyede alzheimer hastalığı bulunan babam sadece namazı biliyor , sürekli namaz kılıyor. Unutuyor, aynı vakti yeniden kılıyor. Kulağı ezanda, gözü takvimde.  Sorduğu en sık soru “ezan okundu mu,  duydunuz mu?” 🙁

Hakikaten insan nasıl yaşarsa ömrünün son yılları da o şekilde geçiyor .

‘Namaz kılmak ödev değil bir imtiyazdır’

Yıllar önce eski Diyanet İşleri Başkanı’mız Ali Bardakoğlu söylemişti. Ardından da ilave etmişti: “Çünkü namaz Allah’ın huzuruna kabul edilmektir.”

Burada bir dakika duralım ve düşünelim bu tespit üzerinde; doğru değil mi? Beşeri münasebetlerde de böyle değil midir? Randevu istenilen makam randevuyu vermezse, görüşme imkânı var mıdır o şahısla? O huzura sizi kabul etmezse illa o zatla görüşeceğim, konuşacağım demen ne mana ifade eder? Kaldı ki şu an bahse medar olan ne bir kaymakam, ne bir vali ne de daha yüksek rütbe ve makamlara sahip bir fani şahıs; aksine kâinatın yaratıcısı Allah (cc).

Buradan hareketle ağır aksak da olsa namaz kılan bir insan öncelikle huzura kabul edildiği için, o imtiyaz kendisine tanındığı için şükretmelidir. Zira istedikleri halde o ölçüde olsun alnını secdede seccade ile buluşturamayan insanlar var. Daha ötesi inandım dediği halde ne namaz, ne oruç ibadetin hiçbir formu gündeminde yer etmeyen müminler var.

Pekâla namaz ödev değil midir? Tabii ki ödevdir, tabii ki vazife vecibedir. Namazın bir mükellefiyet olarak bize sunulması, ayetlerle emredilmesi, Efendimiz’in tatbikatı ile ‘nasıl’ının bizlere anlatılması bunu gösteriyor. Ama Bardakoğlu hocamızın baktığı perspektif namazın imtiyaz yönünün ödev, vecibe ve vazife boyutunu bastırdığını ifade ediyor ,buna vurgu yapıyor.

Son olarak “O’nun huzurunda O’nunla iletişim kurmak az bulunur bir fırsattır.” diye bağlıyor sözlerini hocamız. Doğru. Kul olarak bize düşen de bu ‘az bulunur fırsatı’ hem dünyamız hem de ukbamız adına değerlendirmek değil midir?

 

Ahmet Kurucan