Saliha Malhun

Mucize

….geçmiş zamanlardan bir ilkyazda çocukluğum çıktı karşıma. Bir Ramazan bayramıydı. Mahallenin çocuklarıyla birlikte bayram şekeri toplamıştık. Eyüp Sultan Hazretlerinin türbesinin önündeki bahçede oturmuş, topladığımız şekerleri ve lokumları yiyorduk. Bir ara çocuklardan biri mavi kafesli bir mezarın üzerindeki gülü koparmaya çalışıyor fakat yetişemiyordu. Bütün çocuklar denedi olmadı. O sırada pamuk şekerci geçince çocuklar koşarak onun yanına gittiler. Ben kafama koymuştum, o gülü mutlaka alacaktım. Lakin kaç kere denediysem muvaffak olamadım. Ellerimi yüzüme koymuş müteessir bir şekilde düşünürken bir ses duydum.
– O gülü çok mu sevdin?

Ürpererek dönüp baktım. Mezarların arasında oturmuş derviş kılıklı biri vardı. Ben o kadar dolmuştum ki bir kelime daha konuşsa kendimi koyuverecektim. Derviş gülümseyerek.
– Mezardan gül koparmak güzel bir davranış değil. Üstelik o, bir aşığın gülü, dedi.

Ben şaşırmış bir vaziyette ona bakıyordum. O ise konuşmasına devam ediyordu:
– Evet, aşığın gülü. Unutma ki âşıkların kabrinde gül biter. O gülü çalmak yerine isteseydin sana verirdi.

Ben hâlâ şaşkınlıkla bir mezara, bir güle, bir de adama bakıyordum. Derviş elini başıma koyarak:
– Hadi, ne duruyorsun istesene… dedi.

Ben de:
– Ey âşık gülünü bana verir misin? diye seslendim. O anda mezardan çıkan bir el, o çiçeği kopararak bana uzattı. Çiçeği elime aldığımda bir de ne göreyim? Çiçek lacivert bir renge dönüşmüştü. Ben de elimdeki güle bakarak dervişe sormuştum.
– Bu gül neden lacivert? Ben kırmızısını isterim.

Şöyle cevap vermişti:
– Bak yavrum, o gül ancak lafza-i Celâl, yani Allah (c.c.) ism-i Celîli okunursa kırmızıya döner. Yani sen ne kadar çok aşk narına yanarsan o da o kadar kızarır, bir gün gelir kıpkırmızı olur.

O günden sonra o lafzı ağzımdan hiç düşürmemiştim. Hatırlıyorum da çocukken İncil’i elime alarak saatlerce dua mırıldanmam annemi ve babamı çok mutlu ediyordu. Ben günlerce bir mucizenin olmasını beklerken, onlar böylesine dindar çocukları olduğu için Tanrı’ya şükrediyorlardı. Şimdi anlıyorum ki asıl mucize olağanüstü hadiselerin gerçekleşmesi değil, insanın sahip olduğu imanıymış……

Yağmur Dergisi-31

Saliha Malhun

Lâ Edrî

….yerinden kalkıp gözüne önceden kestirdiği eski çini bir tabağı duvarda asılı yerinden çıkardı ve arkasını çevirip baktı.
Eski harflerle bir şeyler yazılıydı. Getirip Nisyan Babaya gösterdi.
– Ben eski yazı bilmiyorum efendim, ne yazıyor ki burada?

Nisyan Baba gözlerini adamakıllı belleterek yazıyı okudu.
– Burada ‘Lâ Edrî yazıyor.
– Lâ Edrî mi? O da kim?
– Kim olacak bu tabağı çizen usta.
– Kim bu usta? Yaşıyor mu, yoksa ölmüş mü? Kaçıncı yüzyılda yaşamış?
– Bilinmiyor. Lâ Edrî bilinmeyen demek zaten.
– Neden bilinmiyor?
– O kendisinin bilinmesini istememiş de ondan. Çok eski devirlerde çini ustaları yaptıkları eserlerin sırrını hiç kimseye söylemezlermiş. Boya reçetelerinin sırrını yalnızca kendilerine saklarlarmış. Bazıları da eserlerinde yalnızca kendilerinin ya da kendileri gibi bakıp görecek
gönül gözü açık kişilerin fark edebilecekleri bir eksiklik bırakırlarmış.
– Neden?
– Çünkü eksiklikten ve noksanlıktan münezzehliğin yalnızca Allah’a (c.c.) mahsus olduğunu hem kendilerine hem de diğer insanlara hatırlatmak için. Yani çok mütevazı imişler eski zamanların sanatçıları. Şimdi duymuyor musun ne diyorlar evlat? ‘Yaratıcı sanatçı!..’….

-Saliha Malhun’ un satırlarından-