‘O Çaycı’yı Arıyorum

İhtida öyküleri arasında dolaşırken, San Fransisco’da yayınlanan The Islamic Bulletin adlı dergide neşredilmiş bir söyleşiyle de karşılaştım. Söyleşi, California’da oturan ve 1991 yılında İslâm’ı seçip İsmail ismini alan bir Amerikalı ile idi. Çok manidar notlar içeren bu söyleşinin tamamını aktaracak değilim. İsmail Goodwin isimli, şu an aşağı-yukarı elli yaşında olan bu mü’min kardeşimizin Körfez Savaşı hengâmında ABD’nin niye Orta Doğuda böyle bir işe giriştiğini anlama saiki ile Orta Doğuya dair on kitabı, ardından bu kitaplarda kendilerine atıfta bulunulan doğrudan İslâm’la ilgili birçok kitabı okumasından, sonra da direkt Müslümanlarca yazılmış İslâmî eserleri okuyup San Fransisco’daki bir İslâm merkezine gidip bazı Müslümanlarla tanışıp görüşmesinden sonra gerçekleştiğini belirtmekle yetinelim.

Burada sözkonusu etmek istediğim husus, İsmail Goodwin ağabeyimizin başından geçen ve “Lisan-ı hal, lisan-ı kâlden üstündür” sırrını belgeleyen bir hadise. Kendisi, söyleşi içinde şahsına yöneltilen, “Şimdi, bir Müslüman olarak, Müslümanlara dair izlenimleriniz neler?” sorusuna cevaben, gezip görmek amacıyla geldiği İstanbul’da yaşadığı bir hadiseyi anlatıyor.

Hadise şöyle:

İstanbul sokakları arasında, anlaşıldığı kadarıyla Beyazıt ile Eminönü arasındaki bir muhitte yokuş aşağı yürürken, ezan okunmaya başlıyor. Bunun üzerine, namazı hemencecik kılmak üzere, gördüğü bir camiye giriyor. Ki, küçük bir cami bu. Caminin şadırvanında abdestini alıyor ve cemaatle birlikte namazını kılıyor.

Namazın bitiminde, cemaatin, halinden tipinden Amerikalı, yahut en azından Batılı olduğunu tahmin ettikleri bir insanın kendileriyle birlikte namaz kılıyor oluşunu bir derece taaccüple karşıladıklarını hissediyor olmalı ki, içlerinden kimsenin İngilizce bilmediği cemaate, “I am İsmail. I came from America” gibi kısa ifadelerle, Amerikalı olduğunu, adının İsmail olduğunu, yani İslâm’ı seçmiş biri olduğunu filan anlatmaya çalışıyor. Ne dediğini çözmeye çalışan cemaatin efradından biri, hiç İngilizce bilmemekle birlikte, İsmail Goodwin ağabeyimizin ne dediğini, kim olduğunu tahminen anlıyor ve çaya İngilizce “Tea” dendiğini dahi bilmeyen bir Türk mü’min olarak, hemen Türkçe “Çay!” diyor ve ona omuzunu atıp çay içmeye çağırıyor. Birbirinin dillerini bilmeyen, ama camide beraberce aynı Rabbe ibadet eden iki kişi olarak, kalabalık ve dar sokaklarda kolkola yürüyor ve en sonunda bir işhanının giriş katındaki bir çayhanede bu yürüyüşü noktalıyorlar. “Dilini hiç bilmediğim tam bir yabancıyla, yabancı bir ülkede, aşina olmadığım similar arasında kolkola yürüdüm” diyor İsmail Goodwin. Çayhaneye geldiklerinde, “Çay!” hitabı ile “tea” içmeye davet edildiğini, kendisini oraya davet edenin ise bu küçük çayhaneyi işleten bir mü’min olduğunu öğreniyor ve sonrasında, birbirinin dillerini bilmeyen iki insan olmakla birlikte, beraber namaz kıldıklarının şuuruyla, hal diliyle, jest ve mimiklerle ve de çay ikramıyla anlaşıyorlar! İsmail Goodwin ağabeyimiz, sözü edilen çaycı ağabeyimiz onu camiden alıp götürürken, hiç mi hiç bu adam beni nereye götürüyor türünden endişe yaşamadığını da ekliyor ve aynı dili konuşmasalar bile aynı Rabbe ibadet ettiklerini bilen iki insan olarak yaşadıkları bu olaydan bahisle, “İşte” diyor, “İslâm’ın güzelliği! Müslümanların yekdiğerine karşı hissiyatı, bu güzelliği yansıtıyor.” Ve ardından, “Müslümanlara dair izlenimlerim çok olumlu” diyor. “Elbette mükemmel değiliz, ama genel olarak konuşmak gerekirse, ortalama bir insanın sergilediği ahlâk ve edeb standardının üstündeyiz. İstisnalar elbette var, ama bu kaideyi bozmaz” diyor.

Şahsen, yakınımda, çok yakınımda bulunan bu çaycının kim olduğunu, çayhanesinin hangi handa bulunduğunu merak ediyorum. Bu çaycının, imandan gelen ihsan, ikram, uhuvvet gibi duyguların eşliğinde sergilediği davranışın, dünyanın öbür ucundaki, dilini dahi bilmediği bir insanın kalbinde yol açtığı tesirin farkında olup olmadığını da merak ediyorum. Bir mü’min olarak hasbeten lillah sergilediği bu davranışın, İsmail Goodwin adlı dilini bilmediği mü’min kardeşi tarafından önce bir dergiye, ardından internet üzerinden dünyanın her tarafından ulaşabilen herkese aktarılarak ‘cihanşümûl’ bir keyfiyet kazandığını biliyor olduğunu ise, sanmıyorum.

Ama, vâkıa bu işte. “Çay”ın İngilizce “tea” dendiğini dahi bilmeyen, yani eğitim-öğretim olarak belki ilkokul düzeyinde bulunan bir çaycının, imanın gerektirdiği kerem, ihsan, kardeşlik, tebessüm, yumuşak huyluluk gibi hasletlerle hallenmesi sayesinde, ‘hal diliyle’ anlattığı o kadar güzel birşey var ki ortada; eminim, çok iyi İngilizce bilen biri olarak, lâkin donuk, ruhsuz ve bilgiç bir edayla İslâm’da kardeşlik, ihsan, hoşgörü falan filandan İsmail Goodwin’e söz edecek olsa, bu kadar iz bırakmazdı.

Bu bakımdan, ‘hal dili’nin öneminin kesinkes farkında olmak; gerçekten, mü’min olmanın gerektirdiği güzel haller ile hallenmek gerekiyor. Görülüyor ki, bu güzel haller ile hallenen bir mü’min, çok iyi dil bilen bir insanın beceremediğini, hal diliyle beceriyor.

Öyleyse, gelin, imanın gerektirdiği hallerle hallenelim; ve imana yakışmayan, fıtraten de sevilmeyen halleri sürgün edelim dünyamızdan…

Metin Karabaşoğlu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*