just like haven

Allah bir elinizi tutmadan öbür elinizi bırakmıyor

Dışarıda yağmur vardı, akşamın lacivert karanlığı tüm güzelliği ile inmeye başlamıştı.

“Hadi sinemaya gidelim bu akşam, önce güzel bir yemek yer, ardından filmimizi izleriz. Ne dersin?”

Böyle akşamların “hayır” denemeyecek teklifini yapmıştı bana.

Havadaki koku, gökyüzünün rengi, romantik bir film izlemeye davet eder gibiydi.

Öyle de yaptık…

Güzel bir filmdi.

“Melekler Şehrini” hatırlayanlarınız olabilir. Ona benzer tarzdaydı.

Adı “cennet gibi” (Just Like Haven)…

Film,  kendini doktorluk mesleğine adamış bir genç kadının tam aşkı yakalamak üzereyken trafik kazası geçirmesi ile başlıyordu.

Detaylara şimdi girmiyim, izlemenizi öneririm.

Filmin  güzelliği bir yana , asıl içerdiği  mesaj çok tesir etti bana.

“Yaşanması gereken ne varsa hayatta, eninde sonunda yaşanıyor, eksik bir şeyler kaldı ise, illa tamamlanmasını bekliyor”

evet…

Sinema salonundan çıktığım anda her zamanki gibi ayaklarım yere sıkı basamadan, merdiven basamaklarını bulmakta güçlük çekerek, izlediklerimin hoş sarhoşluğuyla onun koluna girdim ve bu sözü söyledim kulağına :

“Yaşanması gereken ne varsa hayatta, eninde sonunda yaşanıyor”

Sonra bu sözün üzerine tatlı tatlı konuşarak,  gülüşerek eve geldik.

16 aylık oğlum anne ve teyzesini sevinçle karşıladı, üçümüz birbirimize sarılıp dans ettik salonun ortasında, hoştu…

Bir yerlerde okumuştum. Diyordu ki “yaşanması gereken ne varsa yaşıyorsunuz. Sizin için takdir edileni yaşıyorsunuz. Çünkü gerçekten hayırda, şerde, iyi gün de, kötü gün de insanlar için. Hepsi bir imtihan vesilesi. Ve hep şunu gördüm : İnanın,  Cenab-ı Hak bir elinizi tutmadan öbür elinizi bırakmıyor.”

Gerçekten de yaşam çok da zorlanarak ilerletilmiyor.

Kimi zaman olması gereken sonun ne olduğunu bilmediğimiz için aksi yönde zorluyoruz hayatı. Sonunda görüyoruz ki boşuna.

Oysa bazen durup beklemek, akıntının bizi ne yöne çektiğini anlamaya çalışmak, biraz soluklanmak daha uygun gibi görünüyor.

Bazen tercihlerimizin bizi nereye çıkaracağını bilmiyoruz.

Yoksa illaki yaşamamız gereken şeyi mi tercih ediyoruz?

Hiç düşündünüz mü bunu?

Hayat imtihanında seçtiğimiz yol ve tercihlerimiz bize ya artı puan verecek ya da eksi.

Ama inanıyorum ki nihayet değişmeyecek.

O mutlak son ne ise o olacak ve yaşanacak.

Seneca’nın da dediği gibi , mühim olan ömrün sarf edildiği yere göre kıymet kazandığını düşünerek yaşamaktır.

Ömrün uzunluğuna yada kısalığına bakmamak lazım.

Film deki bir sahne daha geldi şu an aklıma:

Adamın elinde kadını ve ablasını gösteren, son derece neşeli oldukları bir fotoğraf var.

“Çok mutlu bir gününüzde mi çekilmişti bu fotoğraf?” diye soruyor kadına.

Kadının cevabı ilginç :

“Hayır. Aksine tıp fakültesine giremediğimi öğrendiğim bir gündü. Değil fakülteye girebilmeyi, açık öğretimi bile kazanamamıştım. O gece sınav sonuç kağıtlarımı yırttım ve ablamla sabaha kadar eğlendim. Hayatımın ilk başarısızlığı idi. Oysa bütün hayatım başarılarla doludur benim. Ve hep çalış-çalış-çalışlarla… İlginç olan ve bu resmi önemli kılansa ömrümün hiçbir gününde o başarısız günümde olduğu kadar mutlu olmamıştım ben.”

Peki ya bizler?…

Düşünmek zamanı…..

(aralık 2005)

Rana Çolak