Kalemimden

1 2 3 5

Güneydoğu Anadolu’da -Gaziantep

 

Sevgili annemin sıklıkla kullandığı bir kelime vardır “suyu ekmeği kalkınca insan bir dakika durmaz yerinde”…

Hiç programda yokken çok sevdiğim Bursa lı öğretmen arkadaşım Öznur Çolakoğlu Çam’dan aldığım seyahat teklifi ardından ben de bir diğer kadim dostum Özlem Uluğ’u aradım. O da olumlu yanıt verdi ve böylece Güney Anadolu ya gidişimiz gerçekleşti.

Elhamdulillah. 

Ancak son anda Öznur’cum, yaşadığı bir mani sebebi ile eşlik edemedi bize. Ama her an dilimizde, dualarımızdaydı dostumuz.

18 kadar öğretmen hanımla Sabiha Gökçen havaalanında gün doğarken buluştuk. Hiçbirini daha önceden tanımıyor olmamıza rağmen sıcacık karşılandık ve tüm seyahatimiz boyunca bu sıcaklıkları devam etti. Allah onlardan ebeden razı olsun.

Gitmeden önce bildiğim pek çok  şeyin yanlış, ve habersiz olduğum  çokça şeyin olduğunu şimdi fark ediyorum.

Ne mutlu bize ki mübarek topraklara , eşsiz bir tarihe,  tertemiz geleneklere, sonsuz bir rahmete  sahibiz.

 

Gaziantep

Uçağımız Gaziantep semalarında alçalırken pencereden gördüğümüz manzarayı kalemle çizseniz beceremezsiniz. Kahvenin, yeşilin, sarının bin bir tonu ile karşıladı Gaziantep bizi. Tarlalar göz alabildiğince uzanıyordu, fıstık ağaçları minik puantiyeler gibi sevimli görünüyordu göze. İnce şerit yollar kıvrım kıvrım kıvrılıyor, güneş ışıkları bize neşeli oyunlar oynuyordu.

Kendisini tanıdığım için son derece memnun olduğum, üzerimizde fazlası ile hakkı bulunan rehberimiz Murat Altınterim bey bizi havaalanında tebessümle karşıladı ve aracımıza bindik

Gelincik tarlalarından geçerek kahvaltı yapacağımız mekana doğru yol aldık. Yolumuz Gaziantep’in ilk şehidi “Şehit Kamil’in” heykeli önünden geçti. Anacığını Fransız askerlerinin tacizinden korurken canice şehit edilen Kamilimize dualar yolladık.  Hikayesinin detaylarını az sonra Gaziantep Savaş Müzesinde göz yaşları ile  dinleyecektik.

Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim… Şehit Kamil ve annesinin heykellerinin tam dibinde yükselen Fransız oteli çok acı verdi yüreklerimize. Yabancı düşmanlığı olarak lütfen algılanmasın, ancak otel yapacak başka yer yokmuydu diye düşündürdü bizleri.

Kahvaltımızı  “İkizler Kebap ve Baklava” da aldık. Gaziantep in meşhur “Beyran çorbası” yanında envai çeşit tat bizi bekliyordu. Kahvaltı üzerine gelen Antep fıstığı ve has kaymakla yapılmış “Katmer” tatlısı ile kapanışı yaptık.

Adından otobüsümüze binip Gaziantep Savaş Müzesi’ne yol aldık. Müze, tarihi  Gaziantep evlerinden birindeydi. Gaziantep evlerinin çok güzel mimari yapısı var. Ana kapıdan girdiğinizde sizi kucaklayan yemyeşil bir avlu ile karşılaşıyorsunuz . Evlerin tüm pencereleri “hayat” denen bu avlulara açılıyor ve kadını-erkeği- çoluğu-çocuğu günün büyük  bölümünü bu avluda yaşıyor.  Evlerin duvarlarında kuşlar için yapılmış yuvalar bulunuyor. Mutfak odası alt kattaki odalardan birisi olarak tahsil ediliyor ve büyük bir ocakta pişiyor yemekler.  Savaş zamanında halkın elinde gıda olarak bulunan her şey bir araya getirilmiş ve Gaziantep kadınları bu mutfaklarda halka yiyecek ve ekmek pişirmişler. Unun bitmesine doğru telaşa düşüp “unu nasıl arttırabiliriz” diye düşündükten sonra zerdali  çekirdeklerinin içinde bulunan bademi öğütüp toz  hale  getirip una ilave etmişler. Ancak zerdali çekirdeğinin sıcak ile temas ettiğinde zehir haline dönüştüğünü bilmemeleri, 300 tane askerimizin yediği ekmekler sebebi ile şehit düşmelerine neden olmuş. Bu ne acıdır Ya-Rabbi! Ancak halk askerleri ekmek yapılmasına devam edilmesini, açlıktan bitap düşüp savaşamayacak halde olmaktansa, zehirli ekmeği yiyerek son defa dahi olsa düşmana saldırmayı yeğlemişler, kadınlarımız da bu ekmekleri yapmaya devam etmişler.

Her evin altında “mahsen” denen ve kaleye açılan gizli geçitlerin olduğu mağaralar var. Avluda bulunan ağaçların kökleri mağara tavanını bir ağ gibi sarmıştı. Müthiş bir görüntüydü. Mağaralar son derece büyük ve odalar şeklinde oyulmuş.  Her bir oyukta  Gaziantep in Fransız lara karşı sergilediği kahramanca mücadelenin temsilleri mevcut. Mermi toplayan çocuklar, şehitlerimizin  nakli, şehrin fedakar ustalarının söğüt ağacı kömürü+güherçile ve kükürtle yaptıkları kara barut, bir çift bakır sahanla yapılan sahan bombası imalatını gösteren figürler canlıymış gibi bizlere feryat ediyorlardı.

Müzede şehrin savunmasında kullanılan tabanca, av tüfeği, kılıç, kama, kazma, kürek ve şehitlere ait birçok eşya sergileniyordu. Ama bizlere en ilginç geleni halkın kendi icadı olan, günümz teknolojisi ile bir benzerini yapmanın mümkün olmadığı, makineli tüfek sesi çıkaran ve Fransız askerlerini korkutmak amacıyla kullanılan ”tak-takı”ydı. Ağaçtan yapılan, tokmak, sap ve çarktan oluşan tak-takı, çevrildiği zaman makineli tüfek sesi çıkarıyordu.  O yıllarda silahı olmayan Antepliler  tak-takı’yı kullanarak, düşmana karşı koymuşlar. Tak-takının sesini duyan düşman askerleri Anteplilerin elinde fazlaca silah olduğunu düşünmüşler ve korkmuşlar.

Gaziantep’ linin yürekleri ile yazdığı destanlarını gözyaşları ile rehberimizden dinledik. Vatan için nasıl mücadele edileceğini bir kere daha gördük. Tüm şehitlerimizin ruhları şad olsun…

Gaziantep’in Şahinbey mahallesindeki pek çok sokak ve binada gördüğümüz restorasyon çalışmaları bizi son derece sevindirdi. Şehir, aslına uygun bir şekilde hızla yenileniyor ve güzelleşiyordu. Bu evlerin kapılarındaki hoş bir detay da dikkatimizi çekmişti : Tokmak. Kadın misafir geldiğinde farklı bir tokmağı, erkek misafir geldiğinde de başka bir tokmağı çalıyor ve ev sahibi böylelikte kapıdaki kişinin cinsiyetine göre kapıya geliyormuş.

Kepenek Mahallesindeki Şeyh Fethullah Camisine doğru yol aldık.  Cami o saatlerde kapalı olduğu için içine giremedik ancak bahçesindeki Seyh Fethullah Efendinin türbesini ve şehitlerin kabirlerini ziyaret edip Fatihalar gönderdik.  

1564 yılında camiyi bizzat kendisi yaptıran Şehy Fethullah’ın, seyyid soyundan gelen mübarek bir zat olduğunu öğrendik.

Halk arasında dolaşan ilginç bir rivayeti de dinledik bu arada. Rivayet odur ki Seyh Fethullah Efendinin hanımı biraz koyu tenliymiş, bir gün hamama gittiğinde Bozoğlu aşiretinden bir hanım teninin rengi sebebi ile kendisi ile kırıcı konuşmuş. Buna içerleyen Şeyhin hanımı üzüntüsünü Şeyh Fethullah Efendiye bildirmiş. Fethullah Efendi de hanımının bu üzüntüsü üzerine “ Bozoğlu soyundan her kim hamama gelirse, hamamın suyu soğusun” diye beddua etmiş. İşte o gün bu gündür Bozoğlu aşiretinden kim gelse hamama, su soğurmuş.

Ardından orijinal kesme taş işçiliği ile yöresel mimari üslubu yansıtan  Gaziantep Mevlevihanesine gittik. Avluya girer girmez kuş sesleri ve huzur veren bir ney sesi doldu kulaklarımıza. İlk anda büyülenmiştik bile. Merdiven tırabzanlarını saran sarmaşıklar, küçük bir havuz, mavi gökyüzü altında fevkalade görülmekteydi. Mevlevi dervişlerinin figürlerinin olduğu kata çıktık ve dervişlerin edepli yaşamlarına dair dinlediğim şu cümleler kaldı hafızamda :  Mevlevi dervişleri yemek yerken hiç konuşmazlardı. Yemek esnasında bir derviş susadığında, bardağını omuzu üzerine kaldırırdı. Su doldurma ile vazifeli derviş bardağı doldururken sofradaki  herkes sofradan el çeker, onu beklerdi. Bu suretle o, su içerken öbürleri bir lokma bile ondan fazla yememiş olurlardı. Hatta ağızlarında lokma bulunanlar ya yutmazlar, veya belli etmeden yutarlardı. Lokmasını ağzına götürmek üzere olan sofraya bırakıp yemekten el çekerdi.  Ne güzel bir edep…

El yazması Kuran-ı Kerimlerin bulunduğu bölümü de gezip ziyaretimizi tamamladık.

Gaziantep sokaklarını adımlarken mis gibi kokular geliyordu burnumuza. Anladık ki bir fırına yaklaşıyoruz. Yeni pişen pidelerin enfes kokuları doldurdu içimizi. Dükkanın önünde duran cam bir sandık çekti dikkatimizi. Üzerinde “sadaka ekmeği” yazıyordu. Öğrendik ki durumu ihtiyacından fazla ekmek-pide alabilecek olan halk, fazladan aldığı taze pideleri bu sandığa bırakıyor ve ihtiyacı olan bir diğer kişi de gelip bu sandıktan pidesini alıyordu. Ne güzel bir paylaşımdı… Bizler de sevinçle sandığa birer ikişer pide bıraktık ve yolumuza devam ettik.

Ve tarihi Bakırcılar Çarşısı içinde bulunan“Tütün Han” a giriş yaptık. Avluda kurulu Yörük çadırının davetkarlığı ile serildik minderlere. Sıcak gün ortasında püfür püfür çadır bizi mest etti. Yorulmuştuk… Birer Türk kahvesi içmekti niyetimiz ama yörenin fıstık ve çitlembikle yapılan meşhur lezzeti “melengeç kahvesi” teklif edildiğinde tatmadan duramadık. Sunumu tıpkı Türk kahvesi… Ama tadı öyle değil. Sanki çikolatalı bir içecek gibiydi. Kahve ihtiyacımızı gidermese de tadılması gereken bir tat. Han kalabalıktı… Avluya açılan odaları gezmeye koyulduk. Yemeniciler (üstü kırmızı ya da siyah deriden tabanı ise köseleden dikilen topuksuz ve çok sıhhatli olan ayakkabı), bakırcılar, sedefçiler, şark odaları, yöresel el sanatlarının sergilendiği bölümler… Unutamayacağım biri vardı ki o da Bakırcı Kamil Usta… Bir insan bu kadar mı naif, bu kadar mi sabırlı olur… Tüm sorularımızı tek tek yanıtladı ve ilgilendi bizimle. Allah işlerini rast getirsin.

Kahvelerimizin ardından tarihi Bakırcılar Çarşısını gezmeye başladık. Aman Allahım ! Baharat kokusu, çekiç sesleri, satıcılar, kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar…. Müthiş bir kalabalığın içinde bulduk kendimizi. Özlem ile ne yöne bakacağımıza, hangi dükkana gireceğimize karar veremiyorken değerli taşların satıldığı bir dükkanda bulduk kendimizi. Eğer bir gün Bakırcılar çarşısına gelirseniz “Abar” İsimli bu dükkana muhakkak uğramalısınız. Son derece memnuniyetle çıkacağınıza eminim. Birer 33 lük akik tespih , 99 luk yeşil damarlı akik  ve 99 luk amatis taşı tespih, safir ve yakut taşlarından yapılmış ince bir bileklik aldık. Çarşıyı gezmeye yeniden başladık. Aslında buradan bakır almak gerekirdi ama ihtiyacımıza uygun bir şey bulamadık. Çarşını içlerinde bir başka dükkandan kız kardeşim için bir küpe beğenip aldım ve Özlem çarşının sonundaki dükkandan –tüm seyahatimiz boyunca herkesin beğenisini ifade edeceği- firuze bir yüzük aldı. Böylece biz kadınların takı ihtiyacının asla bitmeyeceğini bir kere daha yaşayarak tecrübe ettik.

Antep’e gelinir de fıstık, cevizli küme alınmaz mı ! Aracımızı beklerken köşedeki sıra sıra dükkanlardan bu  alışverişimizi de yaparak geleneği devam ettirdik.

Şimdi ne yapacaktık ? Tabi ki Antep tatlısı yenecekti ve bunun için eski şehri geride bırakıp yeni şehir Gaziantep e doğru yola koyulduk.

Yeni şehir Gaziantep son derece modern yapıların , parkların, bahçelerin bulunduğu bir kent. Sokaklarında ilerlerken, hayranlıkla bu gelişimi seyrediyorduk. Aracımız Çelebioğulları Baklava nın yanında durdu ve dükkanı doldurduk. Tek bir kelime söyleyeceğim: Çeşitli yerlerde farklı tatlılar yemişimdir, ama böylesini asla! Ağzıma aldığım ilk lokmada başım döndü. Artık tansiyonum indi mi çıktımı bilemiyorum fakat  sadece bu lezzet için Gaziantep’e bir kere daha gelir insan. Tek kelime olmadı dimi ?… Bence destan yazılmalı bu lezzete.

Gaziantep….Bir günde bitmeyecek bir şehirdi ama zamanımız sınırlı olduğu için Urfa’ya doğru yola çıkmalıydık artık. Daha yolumuzun üzerinde uğrayacağımız Halfeti vardı.

Senior Assist’ de anneler günü

Sevgi ile, hakkını vererek yapılan her işin sonunda illaki mutluluk vardır. Yüzlerde gördüğünüz memnuniyetin ışığı yaptığınız işin tek kıymetli  karşılığıdır belki de.

Annem ve küçük oğlumla birlikte, 11 Mayıs cumartesi günü Senior Assist Beylikdüzü +60 Yaşam evlerine bir ziyaret yaptık. Anneler günü vesilesi ile düzenlenen kutlamaya denk gelince biz de katıldık. Türk sanat müziği eşliğinde, açık havada, leziz yemekler yendi, şarkılar söylendi, gülüşüldü, eğlenildi. Çok keyifli bir gündü.

Her şey bir yana… Aslında o gün ben sevginin küçük hesaplar yapılmadan, en duru hali ile nasıl bir kuşaktan diğerine aktarıldığına şahit oldum. Tesiste görev yapan her bireyin işlerine sahip çıkarak, her şeyin kusursuz ve bir o kadar da gönülden olması için yaşadıkları tatlı telaşı gözlemledim.

Bütün işlerde başarılı olmadaki gerçek sır sevgidir belki ama, insana hizmeti gerektiren işler asla  el ucu ile yapılamıyor, içten olması gerekiyor. Gerçekten seveceksiniz, gerçekten anlayacaksınız . Bu sevgi ve anlayışın size tattırdığı mutluluğun, düğer tüm kazançlarınızdan daha fazla haz verdiğini hissedeceksiniz.  İşte Senior Assist deki asıl  gözlemim buydu benim.

Tesiste  kalan yaşlılarımızın kaliteli ve hizmet açısından çok yüksek standartta bakım gördüğünü,  çalışanların şefkatlerini, sevgileri ile birleştirerek çalıştıklarını, yaşlılarımıza hak ettikleri saygıyı, ilgiyi can-ı gönülden verişlerini görmek , bunu yaşlıların ağızlarından duymak beni son derece memnun etti.

Evlatlarından çeşitli nedenlerle ayrı yaşama durumları oluşmuş büyüklerimiz burada hayatın tam içinde, sağlıklarına özen gösterilerek güvenli, aktif ve keyifli günler geçiriyorlar. Konuklar burada sadece fiziksel bakım görmüyorlar.  Kendileri ile sohbet ediliyor, dinleniyor, iltifat görüyor ve hak ettikleri itibarı samimiyetle hissediyorlar.

Keşke her anne-baba evladı yanında yaşlanabilse… Ama bazen hayat çok başka şeyler yaşatıyor.  Bu derece kaliteli oluşu sebebi ile Senior Assist ‘in toplumda büyük bir açığı giderdiğini düşünüyorum. En başta sevgili Levent Kurtcebe’ye ve  emek veren  arkadaşlara işlerini bu kadar sahiplenerek çalıştıklarından dolayı teşekkür ediyorum.

Sevginiz ve iyi niyetli çalışmanız daim olsun.

İhtiyacımı Veren Rabbim

Rana Çolak

Gece uyumakta güçlük çeken oğlumun yanına uzandım. Böyle durumlarda genellikle küçük bey uyumayıp , ben uyuyakaldığım için elimde kitabım vardı. “Ömer Tuğrul İnançer ile Gönül Sohbetleri” idi kitabın ismi ve Aziz Mahmut sırf gözlerini yummamak için kitabın konusu, yazarı, en sevdiğim kısımları ile ilgili sorularını sırlamaya başladı. Ses tonumdan düşüncelerimi anlamış olacak ki “Sesli okur musun, öylece uyuyabilirim” dedi.  Okumaya başladım…  Aziz Mahmut, hoşuna giden cümleleri işaret ederek o kısımların altını çizmemi hatırlatıyordu. Yine uyumuyordu …

Satırlar Arasında ilerlerken içimi cız eden bir cümle ile karşılaştım : “Mükellefiyet ve muhabbet kanatları beraber çırpılırsa uçup bir yere varabilir insan; tek kanatla bir yere varılmaz”. Okumaya devam edemedim. Yıllar öncesine gittim, Aziz’imin yaşlarındaydım. Sevgili babacığımdan aynen bu cümleyi duymuştum.  Yan yana oturuyorduk, başımı o güçlü omzuna yaslayıp, küçücük kollarımla salırıp “Yani ?” diye sormuştum. Rahmetli babacığım usul usul , tane tane konuşarak benim anlayacağım bir lisanla izah etmişti.  Tevafuka bakın ki seneler sonra bu konuyu daha da açan bir kitap vardı elimde ve oğlum yanı başımdaydı. Gözlerim doldu ve bu hatıramı anlattım O’na. Daha bir etkilendi ve izah istedi, bir iki kelime ile açıklamaya çalıştım.

Babam hiçbir zaman bana uzun uzun nasihatler vermezdi. Hal ile örnek olur, tam ihtiyaç duyduğum anda birkaç kelime ile kalbime bir tohum eker, onun yeşermesini bekler, beni gözlemlerdi. İşte şimdi şu yaşımdayım ve babamın okuduğu kitaplarla dost olmuşum, ışık edinmişim kendime, tohumlar çiçeklenmeye başlamış.  Mevlam  rahmet kucağında sarmalasın babacığımı…

Babacığım bu fani dünyadan göçeli bir yıl oldu. Her evladın babasını özlediği gibi ben de onu özlüyorum, şiddetle ihtiyaç duyuyorum.  Hayat ne garip…  Bazen küçük işaretler beliriyor. Bana babamı hatırlatan, onun yokluğu ile aç kalan kalbime teselli olan insanlar çıkıyor karşıma.

Geçtiğimiz gün sevgili hocam Ayşenur Vural ı dinliyordum. Tatlı sesi ile ruhuma işliyor, halden hale sokuyordu beni.  Sohbetimiz “vasıflarımız ve zaaflarımız” konusuna geldiğinde yine babacığımdı hayalimde beliren. Zaafların her insanda olabileceğini, hatta pek çok Allah dostunun da zaafları olduğunu, insanın bu zaaflarını, kusurlarını düzeltmeye çalışarak mertebe kazanacağını öğütlerdi. İşte Ayşenur Hocam da bu konuyu ele almış,  o akıcı üslubu ile anlatıyordu ….

–          Yüzlerce güzel vasfına karşı, insanda bir ayıp (zaaf) olsa o ayıp, bitkinin sapına benzer. Terazide sapı da bitki ile beraber tartarlar, çünkü her ikisi de bedenle can gibi bağdaşmıştır. Bitkinin sapı nedir? Onu geliştiren şey değimlidir? Yani insan zaafları üzerinden gelişecektir. O ayıbını terbiye ettikçe olgunlaşacaktır.  İmtihan en zayıf noktamızdan,  bilmediklerimizden, zaaflarımızdan olacaktır. Zaaflarını bilerek, onları ıslah ederek terbiye olmalı insan.

–          Allah, kalpleri kırık olanlarla beraberim der. Bu beraberlik sadece teselli verir gibi bir birliktelik değil, aktif olan bir birlikteliktir. Kulunun sıkıntısını onaran, gideren bir birlikteliktir. Zaaflarını gidermeye çalışırken gösterdiğin çabayı bir de bu gözle değerlendir : “Benim şu zaafım var, ben bu zaafımı biliyorum, düzeltmek için çaba harcıyorum. Bu zaafımdan dolayı mahcubum, eziğim, kalbim kırık… Bu kırıklığım sebebi ile Allah’ın (cc)  benimle olduğunu biliyor, teselli oluyorum. “

–          İnsandaki artılar ve eksiler terazide birlikte tartılır. Kemalatları ne kadar kıymetli ise zaafları da o denli kıymetlidir erenlerin. Maya ve sütü düşünelim. Süt vasıflarımız, maya ise zaaflarımız olsun. O maya sütün halini nasıl değiştiriyor, güzel bir şeye çeviriyorsa, zaaflarımız da aynen bu şekilde hayırda kullanmalıyız.

Allah Ayşenur Hocamdan ve onun gibilerden razı olsun. Sevgili babamın ardından beni besleyen kaynak oldu, şükürler olsun.

Uyumamak için direnen Aziz Mahmut un çizdirdiği cümlelerden birini yazmadan geçemeyeceğim :

“Sevgi, gerekenin yerine getirilmesidir.”

Selam ile…

Metrobüsteki Küçük Kız

Untitled-17Akşam 18:00 sularında Zincirlikuyu Metrobüs istasyonuna ulaştığımda gördüğüm hıncahınç kalabalık karşısında “Aman Allahım!” dedim. Sanki tüm şehir buradaydı, her biri evlerine ulaşma telaşında, iş çıkışı yorgun ve bitkindiler…

Bekleyemedim.  Hareket etmek üzere olan kalabalık metrobüse son anda bindim. Oğlum eve çoktan ulaşmıştı ve apartman komşum onu karşılamıştı. Karnını doyurmuş, ödevini yaptırmaya başlamıştı.  Aynı komşuma sabah erkenden oğlumu bırakmıştım.  Komşum onu okula yolcu etmişti. Üstelik birkaç saat önce bir diğer komşumla beni aramışlar  “Akşama plan yapmayın, yemeğe 3 aile bir arada olacağız” demişlerdi.  Bunları düşünürken komşuluğun pek çok zaman akrabalığın da önüne geçtiğini, iyi komşunun değerli bir hazine olduğunu hissettim.  Ne büyük nimettiler benim için…

Aracın arkalarına doğru ilerledim. Bir zaman sonra çevremdeki insanları gözlemlemeye başladım. 1-2-3-4-5… Sadece çevremdeki 8 kişin ellerinde cep telefonları ya da tablet bilgisayarlar vardı ve her birinin kulağında kulaklık, kendi dünyalarındaydılar. Metrobüsün tamamı eminim benzer şekildeydi. Hepimiz aynı araç içinde aynı yöne doğru ilerlemekteydik ancak  herkes bambaşka dünyalardaydı. Biri gözlerini yummuş müzik dinliyordu, diğeri oynadığı oyunda bir level daha geçme gayretine girmişti, öteki sosyal paylaşım sitesinde gezinmekteydi. Birkaç kişi ötemde müzik dinleyen gencin kulaklığından taşan müzik bana kadar ulaşıyordu. Bir başkası mesaj yazıyordu. Bir diğeri telefonla görüşüyordu.  Pencereden dışarı baktım, yağmur yağıyordu. Şehir ıslanmıştı, ışıklar yanmıştı, çok güzel görülüyordu.  Peki kaçımız görmüştük bunu?

Çaprazımda bir kadın oturuyordu, kucağında 4-5 yaşlarında kırmızı şapkalı şirin bir kız vardı, sıkılmıştı. Göz göze geldik. Gülümseyip, göz kırptım. Çekinip gözlerini kaçırdı benden. Birkaç dakika sonra yine gözlerimiz buluştu, yine gülümsedim. Tekrar kaçırdı gözlerini ama bu sefer o da gülümsemişti muzipçe.  Az sonra yine göz göze geleceğimizi biliyordum, öyle de oldu. Karşılıklı gülümsedik.  Annesinin ilgisini çekti, o da eşlik etti gülüşümüze. Bu tatlı gülümsemelerle yol devam ederken kendi çocukluğum geldi aklıma. Toplu taşıma araçlarına bindiğimde illaki bir ağabey, abla, dede, teyze, amca olurdu benimle ilgilenen.  Çocukluğuma uygun sorular yöneltirlerdi, saçımı okşarlardı, kaça gittiğimi sorarlardı, kardeşin var mı derlerdi… Sıkılmazdım hiç… Yabancılarla konuşmak doğru değildi bilirdim ama bu konuşmalar annemin kucağındayken gerçekleşirdi.  Bilirdim emniyette olduğumu. O amca ve teyzelerin de benim sıkılmamam için -beklide kendi sıkıntılarından uzaklaşmak için-  sohbet ettiklerini anlardım.  Oysa bu minik kırmızı şapkalı kız çok sıkılıyordu ve yanındaki ağabeyleri ablaları onun farkında bile değillerdi.

Bilmiyorum cep telefonları, bilgisayarlar insan sağlığına zararlı mıdır değil midir…

Kaçsak, korusak kendimizi … Nereye kadar ?

Ama asıl olan şu ki telefon ve bilgisayarlar hayatımıza girdiğinden bu yana çevremize karşı duyarsızız. Hayatta olup bitenleri gözlerimizle değil, ekran aracılığı ile algılamaya çalışmaktayız.

Eve varış yolunda eşimle buluştuk. Komşumuzun kapısını çaldığımızda gülen gözlerle karşıladılar bizi, sevgiyle kucaklaştık. Mis gibi balık kokuyordu, salatalar, tatlılar yapılmıştı. Çocuklarımız neşe ile oyuna dalmışlardı. Saatlerce süren sohbetlerimiz gece yarısına ulaştırdı bizi.  Ne güzeldi….

İşte hayat bu… Dokunduğun, gördüğün, fark ettiğin, acısını önemsediğin, sevincini paylaştığın, çocuğunun yarasını öptüğündür.

Kayaşehir’de yaşamaya başlayalı 7 ay oldu ve ben ufak tefek yaşadığım zorluklarına rağmen en çok bu komşuluk ilişkimizi seviyorum. Bir birimizi önemsememizi ve özlememizi. Hayatlarımıza karşı ölçülü ve ilgili olmamızı… Evet muhakkak vardır yerine oturmamış taşlar ancak bunların da zamanla atlatılacağına inanıyorum.

Sevgiyle, ilgiyle, sabır ve anlayış ile…

http://www.kayasehirinsesi.com///30,metrobusteki-kucuk-kiz.html

Şükredebilmek

Kucakladığı defteri ile odaya geldiğinde Aziz, annemle sohbet ediyorduk.

-Annneee, sen okusan da ben yazsam ? Hem okuyup hem yazdığımda kaldığım yeri çabuk bulamıyorum.

Diye sordu.

-Tabii, diye yanıtladım, önümdeki sehpaya diz çökerek okumaya başlamamı bekledi oğlum.

Annem ise her zamanki torununa kıyamayan o naif kalbi ile :

– Ah ah yazık bu minik ellere, her gün yazı yazmaktan mahvoldu çocuk,  dedi.

Aziz’in bu söz karşısındaki tavrı çok başka olacak sanmıştım. Ama öyle olmadı ve :

– Asıl bu yazdığım öyküdeki çocuklara yazık anneanne, dedi.

Hem anneannemiz, hem de ben merak ettik öyküdeki çocukları. Yazının başlığına baktım :  Fincan Takımı.

Tanıdık geldi bu başlık. Okumaya başladım.

 

Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk kapımı çaldılar:

– “Eski gazeteniz var mı bayan?”

Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim ama ayaklarına gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler vardı ve ayakları su içindeydi.

– “İçeri girin de, size süt ısıtayım” dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı.

Sıcak sütün  yanında reçel, ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar sobanın önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım işlerimi yapmaya koyuldum. fakat oturma odasındaki sessizlik dikkatimi çekti bir an ve başımı uzattım içeriye. Küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu…

Erkek çocuğu bana döndü :

– “Bayan, siz zengin misiniz?” diye sordu.

– “Zengin mi? Yo hayır!” diye yanıtlarken çocuğu, gözlerim bir an ayağımdaki eski terliklere kaydı.

Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve .

– “Sizin fincanlarınız, fincan tabaklarınız takım” dedi.

Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu.

Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı.


Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı.Pişirdiğim patateslerin tadına baktım. . Sıcacıktı patatesler, başımızı sokacak bir evimiz vardı, bir eşim vardı ve eşimin de bir işi…

Bunlar da fincanlarım ve fincan tabaklarım gibi bir uyum içindeydi. Sandalyeleri sobanın önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların sandaletlerinin çamur izleri,halının üzerindeydi halâ. Silmedim ayak izlerini.

Silmeyeceğim de. Olur unutuveririm ne denli zengin olduğumu…

 

Son satırı tamamlayamadım. Sesim boğuk bir fısıltı gibi çıkmıştı sadece. Aynı anda ağlamaya başlamıştım. Annemde benden farklı durumda değildi. Baktım o da göz yaşlarını akıtıyordu.

Aziz hızla katlı sehpanın yanından ve sol tarafımdan sarıldı bana. Saçlarımı kulaklarımın arkasına kıvırıp öperken beni, gözleri buğulu buğuluydu.

-Demiştim dimi… diyebildi

O an diğer yanımdaki minik poşete ilişti gözüm. Eşim bir saat kadar önce “Kalem alır mısın babacım ?” diyen oğlumuz için bir poşet, çeşitli tip ve özellikle kalemler almıştı. Yetinmemiş silgi, kalem traş ve başka okul gereçleri de ilave  etmişti, olur da lazım olur diye.

Poşeti elime aldım ve Aziz’e dönüp “Biliyor musun oğlum, tüm eğitim hayatı boyunca bu kadar dahi kaleme sahip olmamış öğrenciler var şu hayatta. Lütfen, Allahın sana bahşettiği maddi yada manevi her şeyi kullanırken, bunları bulamayan yada sınırlı olarak bulabilen çocukların da olduğunu aklından çıkarma” demek ihtiyacı hissettim. Biliyordum, Aziz bunun idrakindeydi ama bir an bile unutmasın istiyordum.

Şöyle bir etrafıma baktım, eşime, anneciğime, sıcacık evime, altın saçları gibi kalbi olan oğluma, sağlığıma…

Hakikaten ne büyük servete sahiptim.  Görebiliyor muydum başkalarının hayali olan  şeylerin benim  yanı başımda olduğunu…

Şükredebiliyor muyuz acaba hepimiz sahip olduklarımıza?…

Şükürler olsun, binlerce, milyonlarca şükürler olsun Rabbim…

“Allah’ım bize verdiğin nimetlerini kadrini idrak etme şuuru ver. Bizi nefsimizle baş başa bir an olsun dahi bırakma.”  AMİN

 

“Eğer şükrederseniz Ben de nimetimi artırırım; şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7)

 

—-

 

http://www.kayasehirinsesi.com///19,sukredebilmek.html

 

Yalıköy ve Deniz

Sabah erkenden uyandı çocuklar. Mevzu deniz olunca içleri kıpır kıpırdı. Arabayı yerleştirip yola koyulduk. Şarkılar, türkülerle geçen bir buçuk saatte insana mutluluk veren, hayatın ne güzel olduğunu hissettiren manzaralar ardından Yalıköy’e ulaştık.

Yol boyunca dilimizde babam vardı. Pek çok noktasında  anılarımızla doluydu bu yol. Bazen bir kavşak, bazen bir balık çiftliği, bazen bir cami, bir bakkal dükkanı….

Yalıköy çok değişmemişti, bıraktığımız gibiydi de denebilir. Böyle bakir kalması daha güzeldi elbet.

Kumsala varır varmaz attık kendimizi serin sulara. Hep bir arada olmanın verdiği mutluluk ile daha da güzeldi günümüz.

Tüm gün yedik, içtik, oyunlar oynadık, kahkahalar attık. Akşam serini indiğinde de mangalımızı yapıp eve dönüş için toparlanmaya başladık.

Tabii çocuklar ayrılmak istemediler, ancak o kadar yorgundular ki yola çıktığımızdan 15 dakika sonra koltuklarında uyuyup kaldılar.

Bu gün annelerinin genç kızlık anılarını dinlediler, dedelerinin sevdiği sarkıları söylediler, leylek gördüler, inek sürüleri, ağıllar, keçiler, anne köpek ve yavruları, eşek, pirinç tarlaları gördüler. Dalgalı denizde oynamaya doydular, kadınların erkeksiz de mangal yapabildiklerini öğrendiler, Karadeniz in rüzgarında çok yanıldığını tecrübe ettiler.

Dilerim hafızalarında hep taze kalır bu gün.

[slideshow]

Güzel bir İstanbul gezintisi

Ankara’dan gelen kız kardeşim , yeğenim ve annemizle  birlikte güzel bir İstanbul günü planladık ve güne Beşiktaş sahildeki Hakan pastanesinde başladık.  Çayı, sigara böreği, tostu ve poğaçaları enfesti.

Neşe içinde geçen kahvaltı ardından Nostaljik Boğaz turu diye tanımlanmış  geziye iştirak ettik. Sarıyer, Kanlıca, Anadolu  Kavağı, Rumeli Kavağı…

Çocuklar mutlu oldular, biz keyifliydik.

Evet sıcak çoktu ama denizin esintisi bir parça rahatlatıyordu.

Dönüştü yeniden Hakan pastanesinde soluklanarak nefis kumpirlerinden yedik, ardından metrobüse doğru yöneldik.

İstanbul’dan uzun süre ayrı kalan kız kardeşim metrobüsteki karmaşayı, yer kapışma koşuşturmalarını gördüğünde  çok şaşırdı ve yadırgadı.

Yaşlı anneciğim ise dönüş yolunda bitkindi.

Çocukları yıkadık yatırdık, yarınki deniz planımız için hazırlıklarımızı tamamladık.

Az önce de börek yaptık. Pişmesini beklemedeyiz.

Bakalım yarın nasıl bir gün olacak.

 

[slideshow]

 

 

Babam VII

“Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buharî, Marda,1; Müslim, Bir, 52).

İlk 2008-2009 yıllarında fark ettik değişimini. Öyle çok soyutlamıştı ki hayattan kendini. Alakasızlaşmıştı her şeye. Tanıdığım bildiğim babamdan çok farklı idi.  Geçici bir dönem olabilir diye düşünmüştük.  Çünkü Alzheimer hastalığını hiç bilmiyorduk.

İtirazlarına rağmen hayattan koparmamaya çalıştık onu. Düğün, dernek, merasim, akraba toplantıları, torununun gösterileri… Hep dahil ettik. Odasına çekilip yalnız kalmak isterdi, müsaade etmedik, yanımızda olmasını sağladık. Konuşturma gayretleri içindeydik.

Günden güne değişti. Aydan aya farklılıkları arttı. Ve bir gün evde yine düştü be başını vurdu babacığım. O günden sonra Alzheimer belirtileri daha da netleşti. Hiç bırakmadığı bulmacasını çözmez olmuştu. Kitaplarına elini bile sürmüyordu. Bizimle çok az konuşuyordu.

Yavaş yavaş tükeniyordu. Bir gün yürümeyi de kesti. 3 ay boyunca yataktan çıkmadı. Serum ile besledik.

Allah’ın izni ile yeniden toparlandı. Gözlerini açtığında geçen 3 ayı hiç hatırlamadığını fark ettik. Bir rüyadaydı sanki. Fakat bu sefer uyku sorunları başlamıştı, sabaha kadar uyumuyordu.

Konuşmaları manasızlaşmıştı. Yakın akrabalarımızı, komşularımızı, dünürlerini hatta kız kardeşimi bile ara ara hatırlayamaz oluyordu .  Bazen 30 yıldır yaşadığı evini tanımıyor, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kimi zaman da anneme “bizim kaç çocuğumuz vardı” diye fısıltı ile soruyordu.

Bu döneme girdiğinde de dış dünya ile bağlantısını kopartmadık.

Eskiden gezmeyi çok severdi diye hep dışarı çıkardık.

Azıcık kuvvet görsek bedeninde, gezdirdik.

Gazetesini eksik etmedik.

Yine de fayda vermedi…

Tıpkı hayatı yeni öğrenen çocuk gibiydi babacığım.

Alışkanlıklarının değişmesini istemiyordu.

Bazı eşyalara bağımlılığı oluşmuştu. Saati mesela…

İş yerindeki başarısından dolayı hediye edilen bir saati vardı. Sürekli onu arar bulur, sonra saklar, sonra bize aratır, bulunur yine saklar yine aratırdı.

Bir tespihi vardı… O tespihten başkasını kullanmaz. Kaybetmemek için saklar, kaybeder, sonra yine aratırdı. Evden farklı bir yere gitmek istemez olmuştu.

…………

Gerçek olan, rastlanıldığı anda koluna giriverecek denli hazır olmaktır ölüme …

Hazırdı …

Mekanın cennet olsun canım babacığım

Senden sonra yarımım, eksiğim, takatsizim, gözyaşı dökmekteyim…

Beklemedeyim…

Buluşacağımız o günü beklemedeyim .

———-

Peygamber ahlakıyla ahlaklanan canım babam…

Böylesi mükemmel bir insan olduğun için, harika bir baba, fevkalade bir eş oldığun için, ömrümün sonuna kadar seninle hep övünç duyacağım için, bana yaşattıkların için, bana kazandırdıkların için, senin kızın olduğum için mesudum…

Allah’ın sevdiği kullarının insanlar yanında kıymeti vardır. Sen, seni tanıyan herkesin kalbinde en güzel yerde yaşamaya devam etmektesin.

RABBİM SANA RAHMET NAZARIYLA BAKSIN

AMİN


En güzel hediye :AŞK , En güzel kutlama :AŞK

Sıradan pazar sabahlarından biriydi o sabahta.

Gülücüklerle , oğluşumuzun şen kahkahaları ve öpüşleri ile uyandığımız bir sabah….

Ben meleğimizin sabah temizliği ile ilgilenirken

Sen mutfağa yönelmiştin

O güzel kahvaltılarımızdan birini daha hazırlamak için.

Azizin sabah hazırlığı bitti, cicilerini giydi

Ve annesinin odaları toplamasına yardım etti

Yatağın örtüsünü düzelttik oğlumuzla

Perdeleri açtık

Pijamalarını çekmecesine koyduk

Azizi sana verdim

Salona geçtiniz

Oyun oynarken baba-oğul, masayı açtım ben.

Allah ne verdi ise…

En bol olan muhabbetimiz,masanın tam orta yerinde …

Azizin döküp saçmalarına  kulak vermeden,

Pek görmemeye çalışarak kirlenen üst başını

Kahvaltımızı da bitirdik

Öğlende sonrası için plan kurduk

Hava güzeldi

Bahar vardı dışlarda

Parka gidecektik

Birlikte kaldırdık sofrayı, topladık mutfağı

Mis gibi bahar havasında çok eğlendik

Belkide Aziz’den daha fazla biz….

Eve döndük

Öğleden sonra konuklarımız geldi

Onlarla güzel sohbetler ettik, ikramlarımız oldu

Akşam üstüne doğru yolcu ettik

Ardından yine mutfağa girdim

Yemek olmasına karşın

Hafta sonu diye daha özel bir şeyler hazırladım

Sevdiğin patlıcan salatasını yaptım, bol sirkeli, zeytin yağlı, domatesli

Soğanlarını ovdum tuzla, süsledim

Sen çıtır ekmek aldın bakkaldan

Sofrayı kurdum

Izgara yaptım, yanında çorbası pilavı

Yaprak sarması da vardı buzlukta,

Nasılda unutmuşum daha önceden çıkarmayı…

Nefis bir yemekti…

Yine baş köşedeydi muhabbetimiz

Akşam oldu..

Gece indi sokağımıza

Evimiz ışıl ışıl…

Bulaşıkları diziyordum makineye

Geldin yanıma

“Canım ?” dedin

“Bitanem” dedim…

Gülümsedin…

“Akşama dışarı çıkalım mı” dedim

“Ya oğlan ?” dedin

“Anneme bırakırız…?”

“Olur :)”

Güzel bir geceydi

Sen birinci ben ikinci oldum bowlingde

Arkadaşlar da sonunculuğu paylaştılar

Elimden düşürmedim her zamanki gibi fotoğraf makinemizi

Sonradan fark ettim en çok senin resmini çektiğimi

Gece oldu…

Oğlan uyudu

Bende onu uyuturken uyumuşum yanında

İtina ile uyandırdın beni

“Üşüme burada, hadi gel yat yerine” dedin

“Kapıyı kilitledik mi?” dedim

“Merak etme canım” dedin

Tatlı rüyalara dalmışım….

Sabah oldu

İşe geldim

Ajandamı açtım

Tarih çarptı gözüme

17 Nisan

Dün..

Bizim sözlenme yıl dönümümüzmüş

4 sene önce …

16 nisan 2002 de…

Buruldu içim

“Nasıl da unuttuk” dedim

Yüzümü aldım avuçlarım arasına, incindim

Seni aradım

Hatırlattım

Şaşırdın, üzüldün…

Telefonu kapattım.

Tüm gün bunu düşündüm

Nasıl olmalıydı diye…

Sabah beyaz güllerle mi uyanmalıydım

Yada akşam için özel bir mekanda güzel bir kutlama mı olmalıydı

Pahalı bir hediye veya?

Kızkardeşim geldi yanıma

“Hayrola” dedi

“Dünü unuttuk ikimizde, 4. yılımızdı” dedim

Güldü “eskidiniz mi ne?” “hiç kaçırmazdınız böyle şeyleri” dedi

Sustum…

Gitti…

Dünü düşündüm baştan sona

Güne başlayışımızı ve ardından yaşananları

Hiçbir hediyenin yada süprizin, bana sürekli yaşattığın güzelliklerin kadar memnun edemeyeceğini fark ettim.

Her günümü sevgi ile yaşatan

Üzerime titreyen

Beni koruyan-gözeten

Saçımın teli incinse kıyamayan eşimsin

Rabbimin lutfu

Biriciğimsin

Benim o günümün değil, ömrümün hediyesi sensin.

Her iki cihanda el ele, mutlu olalım biriciğim.

Nisan 2006

Babam VI

Orta okulu bitirmiş, liseye yeni başlamıştım. Babamın da ağrıları artmıştı. Doktorlar kalça protezi takılmasını uygun görmüşlerdi.Ameliyatlar başarısız geçti. 7 ay hastanede yattı, annem de baş ucunda refakat etti. Kardeşimle hayata dair ilk sıkıntılarımızı yaşamaya başlamıştık. Ciddi bir mücadele içine girdik. Hem okula gidiyor, hem evin işlerini görüyorduk. Anneciğim hastane ve ev arasında mekik dokuyordu. Babacığım eve döndüğünde artık yürüyemiyordu. Birkaç ameliyat daha denense de başarılı olmadı. Anneciğim aylarca yatalak olan babama baktı, egzersizlerini yaptırdı.

Anneme bakarken bir kadın değil, daha başka bir varlık görürdüm. Tanıdığım en güçlü, en sağlam, en dayanıklı, en şefkatli, en sabırlı, en mükemmel eş ve en mükemmel anneydi o. Hep derim “Annem girmez ise, kimse giremez cennete”. Babamın baş ucundan bir an olsun ayrılmadan, en ağır hizmetlerini can-ı gönülden üstlenerek, üstelik tüm bu işleri yaparken bir kere bile şikayet etmeyen, çocukları etkilenmesin diye bizlere belli etmeme gayreti içinde olan bir anneydi o. Uyuduğunu görmezdim. Ne zaman uyur, ne zaman uyanırdı hiç anlamadım.

En nihayetinde ancak koltuk değnekleri ile ev içinde yürüyecek konuma gelebildi babam. Hamd ettik.

Seneler böyle geçti gitti. Kardeşimle yetiştik, annemize desteğimiz arttı, bir arada mutluyduk fakat babam evin içinde geçiriyordu senelerini, dışarıya çıkamıyordu bunun için kederliydik.

Gençlik tabi… Babamın bu sıkıntıları beni üzüyor, Allah neden bu derdi verdi babama diye isyan ediyordum. Babacığım beni teselli ediyor, sabrı öğütlüyor, isyan etmiyor, şikayet etmiyor, her inişin bir çıkışı vardır, bu günlerde elbet biter  diye avutuyordu.

10 sene gibi bir zaman geçti. Bir gece babam evde düştü, kalçasını kırdı. Her şey bitti demiştik. Her şey bitti ve babam bir daha asla ayağa kalkamayacak sanmıştık. Kabus sandığımız o gece meğer rahmetmiş de haberimiz yok. Doktorlar incelemelerini yaptılar ve yeni bir sistemin uygulanabileceğini , eskisinden daha iyi olacağını söylediler. Şaşkınlık içindeydik. Gerçekten de ameliyat başarılı geçti. 1 sene sonra diğer bacağından da ameliyat edildi ve babam tek baston ile yürüyecek duruma geldi.

İşte demişti babam…”İşte kızım musibet sandığımız bazı olaylarda nice hayırlar gizlidir de bizler göremeyiz”.

Annem de tüm bu güzellikleri babamın senelerce sabretmesine bağlamıştı. Haklıydı.

“Hak şerleri hayreyler,
Sen sanma ki gayreyler,
Ârif ânı seyr eyler.
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

Sen Hakk’a tevekkül ol,
Tefviz et ve rahat bul,
Sabreyle ve râzı ol
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”

İbrahim hakkı Hazretleri

1 2 3 5