rana çolak

Garipçe ve Rumeli Fenerinde Dostr

Sabah erkenden Garipçe’ye varan ilk araçtık biz. Yolda Sinan’ı da alıp, mis gibi poğaçaları yudumlayarak, rahat bir trafik ile ulaştık Garipçe’ye.

Ardımızdan Tuba, Nurcan, Rukiye geldiler.

Asma Altı Kahvaltı ve balık evinde güzel bir köşe ayarlandı grubumuza ve Mehmet Emin, Yakup, Merve ile şeker kızı Hayrunnisa nın da gelmesi ile ekip tamamlandı.

Açık büfe zengin ve  lezizdi. Ancak muhlamasını pek beğenmedim. Hafta sonu kişi başı 25 TL yi biraz pahallı bulsam da ortam ve ilgi güzeldi.

Garipçe çok küçük bir köy. Fotoğraf severler için hoş birkaç kare yakalanacaktır. Fakat çok büyük beklentilerle gidilmesini tavsiye etmem. Temiz havası, tatlı esintisi, tepelerden seyredilen güzel manzarası için gidilir.Ancak sahilin dayanılmaz kokusu rahatsız edici. Hani rüzgar da olmasa durulacak gibi değildi. İnsanları, kedileri, köpekleri sıcak kanlılar. Sahildeki köftecisi çok güzel köfteler yapıyor. Üstelik koca porsiyon köfte, patates kızartması, közde biber ve domatesi sadece 10 TL. Masadaki nefis salata, kızarmış ekmek, tulum peyniri ve tereyağ da iştah açıcıydı.

Bir ara Garipçe’den uzaklaşıp Rumeli Fenerine geçtik. Gruba Sena, ablası , Duygu ve bir arkadaşı daha eklenince tam olduk. Şipşirin bir yer Rumeli Feneri. Kalesinden güzel fotoğraflar çekmek mümkün.

Eve geldiğimde temiz havanın insana ne güzel şeyler yaptığını bir kere daha hissettim. 🙂

Aziz anında uyudu ve sabaha kadar hepimiz deliksiz bir uyku çektik.[slideshow]

Babam VII

“Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buharî, Marda,1; Müslim, Bir, 52).

İlk 2008-2009 yıllarında fark ettik değişimini. Öyle çok soyutlamıştı ki hayattan kendini. Alakasızlaşmıştı her şeye. Tanıdığım bildiğim babamdan çok farklı idi.  Geçici bir dönem olabilir diye düşünmüştük.  Çünkü Alzheimer hastalığını hiç bilmiyorduk.

İtirazlarına rağmen hayattan koparmamaya çalıştık onu. Düğün, dernek, merasim, akraba toplantıları, torununun gösterileri… Hep dahil ettik. Odasına çekilip yalnız kalmak isterdi, müsaade etmedik, yanımızda olmasını sağladık. Konuşturma gayretleri içindeydik.

Günden güne değişti. Aydan aya farklılıkları arttı. Ve bir gün evde yine düştü be başını vurdu babacığım. O günden sonra Alzheimer belirtileri daha da netleşti. Hiç bırakmadığı bulmacasını çözmez olmuştu. Kitaplarına elini bile sürmüyordu. Bizimle çok az konuşuyordu.

Yavaş yavaş tükeniyordu. Bir gün yürümeyi de kesti. 3 ay boyunca yataktan çıkmadı. Serum ile besledik.

Allah’ın izni ile yeniden toparlandı. Gözlerini açtığında geçen 3 ayı hiç hatırlamadığını fark ettik. Bir rüyadaydı sanki. Fakat bu sefer uyku sorunları başlamıştı, sabaha kadar uyumuyordu.

Konuşmaları manasızlaşmıştı. Yakın akrabalarımızı, komşularımızı, dünürlerini hatta kız kardeşimi bile ara ara hatırlayamaz oluyordu .  Bazen 30 yıldır yaşadığı evini tanımıyor, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kimi zaman da anneme “bizim kaç çocuğumuz vardı” diye fısıltı ile soruyordu.

Bu döneme girdiğinde de dış dünya ile bağlantısını kopartmadık.

Eskiden gezmeyi çok severdi diye hep dışarı çıkardık.

Azıcık kuvvet görsek bedeninde, gezdirdik.

Gazetesini eksik etmedik.

Yine de fayda vermedi…

Tıpkı hayatı yeni öğrenen çocuk gibiydi babacığım.

Alışkanlıklarının değişmesini istemiyordu.

Bazı eşyalara bağımlılığı oluşmuştu. Saati mesela…

İş yerindeki başarısından dolayı hediye edilen bir saati vardı. Sürekli onu arar bulur, sonra saklar, sonra bize aratır, bulunur yine saklar yine aratırdı.

Bir tespihi vardı… O tespihten başkasını kullanmaz. Kaybetmemek için saklar, kaybeder, sonra yine aratırdı. Evden farklı bir yere gitmek istemez olmuştu.

…………

Gerçek olan, rastlanıldığı anda koluna giriverecek denli hazır olmaktır ölüme …

Hazırdı …

Mekanın cennet olsun canım babacığım

Senden sonra yarımım, eksiğim, takatsizim, gözyaşı dökmekteyim…

Beklemedeyim…

Buluşacağımız o günü beklemedeyim .

———-

Peygamber ahlakıyla ahlaklanan canım babam…

Böylesi mükemmel bir insan olduğun için, harika bir baba, fevkalade bir eş oldığun için, ömrümün sonuna kadar seninle hep övünç duyacağım için, bana yaşattıkların için, bana kazandırdıkların için, senin kızın olduğum için mesudum…

Allah’ın sevdiği kullarının insanlar yanında kıymeti vardır. Sen, seni tanıyan herkesin kalbinde en güzel yerde yaşamaya devam etmektesin.

RABBİM SANA RAHMET NAZARIYLA BAKSIN

AMİN


Babam VI

Orta okulu bitirmiş, liseye yeni başlamıştım. Babamın da ağrıları artmıştı. Doktorlar kalça protezi takılmasını uygun görmüşlerdi.Ameliyatlar başarısız geçti. 7 ay hastanede yattı, annem de baş ucunda refakat etti. Kardeşimle hayata dair ilk sıkıntılarımızı yaşamaya başlamıştık. Ciddi bir mücadele içine girdik. Hem okula gidiyor, hem evin işlerini görüyorduk. Anneciğim hastane ve ev arasında mekik dokuyordu. Babacığım eve döndüğünde artık yürüyemiyordu. Birkaç ameliyat daha denense de başarılı olmadı. Anneciğim aylarca yatalak olan babama baktı, egzersizlerini yaptırdı.

Anneme bakarken bir kadın değil, daha başka bir varlık görürdüm. Tanıdığım en güçlü, en sağlam, en dayanıklı, en şefkatli, en sabırlı, en mükemmel eş ve en mükemmel anneydi o. Hep derim “Annem girmez ise, kimse giremez cennete”. Babamın baş ucundan bir an olsun ayrılmadan, en ağır hizmetlerini can-ı gönülden üstlenerek, üstelik tüm bu işleri yaparken bir kere bile şikayet etmeyen, çocukları etkilenmesin diye bizlere belli etmeme gayreti içinde olan bir anneydi o. Uyuduğunu görmezdim. Ne zaman uyur, ne zaman uyanırdı hiç anlamadım.

En nihayetinde ancak koltuk değnekleri ile ev içinde yürüyecek konuma gelebildi babam. Hamd ettik.

Seneler böyle geçti gitti. Kardeşimle yetiştik, annemize desteğimiz arttı, bir arada mutluyduk fakat babam evin içinde geçiriyordu senelerini, dışarıya çıkamıyordu bunun için kederliydik.

Gençlik tabi… Babamın bu sıkıntıları beni üzüyor, Allah neden bu derdi verdi babama diye isyan ediyordum. Babacığım beni teselli ediyor, sabrı öğütlüyor, isyan etmiyor, şikayet etmiyor, her inişin bir çıkışı vardır, bu günlerde elbet biter  diye avutuyordu.

10 sene gibi bir zaman geçti. Bir gece babam evde düştü, kalçasını kırdı. Her şey bitti demiştik. Her şey bitti ve babam bir daha asla ayağa kalkamayacak sanmıştık. Kabus sandığımız o gece meğer rahmetmiş de haberimiz yok. Doktorlar incelemelerini yaptılar ve yeni bir sistemin uygulanabileceğini , eskisinden daha iyi olacağını söylediler. Şaşkınlık içindeydik. Gerçekten de ameliyat başarılı geçti. 1 sene sonra diğer bacağından da ameliyat edildi ve babam tek baston ile yürüyecek duruma geldi.

İşte demişti babam…”İşte kızım musibet sandığımız bazı olaylarda nice hayırlar gizlidir de bizler göremeyiz”.

Annem de tüm bu güzellikleri babamın senelerce sabretmesine bağlamıştı. Haklıydı.

“Hak şerleri hayreyler,
Sen sanma ki gayreyler,
Ârif ânı seyr eyler.
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

Sen Hakk’a tevekkül ol,
Tefviz et ve rahat bul,
Sabreyle ve râzı ol
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”

İbrahim hakkı Hazretleri

Babam (V)

Halıcıoğlu’ ndan Sütlüce’ye geçen küçük tünel…

Her geçişte gözümde canlanır hatırladığım ilk korkum, yüreğimde hala aynı duruyor.

Küçük adımlarımla babamdan birkaç adım önde yürüyorum,

Babaannemin Bademlikteki evine gidiyoruz.

O kadar heyecanlıyım ki hoplaya zıplaya ilerlerken babamın elini tutmuyor olmamın verdiği bir marifet hissi içimdeki…

Biliyorum ki babam birkaç adım gerimde gelmekte, yine de özgürlüğün yanında güven de arıyorum.

O küçük tünel bana upuzun gelirken, yanımdan geçen ve beni otoyol dan ayıran tel kafes…

Otobüslerin sesleri kulaklarıma doluyor, şiddeti eteklerimi uçuruyor….

Kaldırımdaki çizgilere basmadan, hoplaya zıplaya ilerliyorum. Derken…

Arkamı dönüp babama bakmak geliyor aklıma.

Yok…!

Tek başımayım

Yalnızım

Ne yapacağım ben ?

Nerede babam?

Hızla geriye doğru koşmaya başlıyorum

Tünel bitmeyen mesafe…

Ve babam saklandığı yerden tatlı gülümsemesi ile çıkıyor.

Bacaklarına sarılıyorum…İyi ki varsın.

(iyi ki senin kızın oldum ben)

Babam (IV)

Evliliğimden sonra da devam eden, kalabalık  yaptığımız hafta sonu kahvaltılarını çok severdim. Sofrada hemen hemen hiç konuşmazdı. Eşim de ona benzerdi bu yönden. İki bey sessiz sedasızken annem, ben kız kardeşim neler neler anlatırdık…

Bekar olduğum yıllarda sabah uyandığımda ilk karşılaştığımız an “Benim güzel kızım, ne hoş  görünüyorsun gözüme” der, ben koridordaki aynaya yönelip “Kim ben miii?” diye  nazlanırken yanağını yanağına dokundururdu , aynada birbirimize bakışırdık. Ardından “Bana benziyormuşsun, Allah Allah neyimiz benziyor ki” diye gülümser , bende “Sahi benziyor muyum?” diye güler,  sonra yanaklarından öper, kulağına “Gurur duyuyorum sana benzemekten” diye fısıldardım.

Saçımı farklı tarasam, yeni bir toka alsam, bir değişiklik  yapsam hemen fark eder, bunu nezaket içeren cümlelerle dile getirir, çok hoş iltifat ederdi.  Kendisi de iyi giyinmeyi severdi. Ismarlama elbiseler diktirirdi. Hiç  hatırlamıyorum yatak kıyafeti ile yada eşofman türü giyimlerle oturduğunu. Her zaman şık ve derli topluydu benim babam. Bize de bunu öğütlerdi. Özellikle namaz kılacağınız vakit en güzel giyisilerinizi giyinin derdi. Sevgili ile görüşmeye benzetirdi namaz vakitlerini. Değneklerle yürüdüğü için su ile abdest alamazdı. Uzun yıllar teyemmüm ile kıldı namazını . Ezanı can-ı gönülden bekler,  okunduğu vakit yavaş adımlarla sandalyesine yönelir, huşu ile ağır ağır kılardı. Onu seyrettiğiniz zaman namaz kılasınız gelirdi.  Bizi de acele kılmamamız konusunda uyarır, lezzetini duyun derdi.

Geceleri uykum kaçtığında sık sık uyanık görürdüm onu. Ya namaz kılıyor ya da kitap okuyor olurdu. Elinde tespihi, dudağında mırıltısı, yanına gediğimde yüzünde beliren tebessümü , gözlerini yumarak “Hoş geldin kızım” der ifadesi ve uygun ilk anda sevgi ile dökülen kelimeleri…

Nasıl  bir insandın sen babacığım…

“Hayat îmânla ebedîdir. Yoldaşın îmân olursa ölmezsin.” (Mesnevî, )

Babam (III)

40 yıldan fazla çalıştı babam. “Daha da çalışacaktım ama ayaklarım el vermedi” der, üzülürdü. Ameliyatlar, protezler, aylarca hastane yatışları, tedavi edilemeyen ağrılar, kazalar, yeniden ameliyatlar….

Ayak ağrısını çok küçük yaşlarda çekmeye başlamış. “Tekerlekli tahta bir arabamız vardı , mahalleden çocuklarla üzerine doluşur, tepeden aşağıya avaz avaz bağırışlarla kayardık. Bir gün dere yatağına yuvarlandık. Ayağım fena incindi. O günden sonra da hiç eksilmedi. Yıllar içinde doktorlar, kocakarı ilaçları , kaplıcalar neler neler denendi fakat tıp tabi şimdiki gibi değil… İhmal de ettik anlaşılan. Genç yaşta çalışmaya da başladım. Tornacılar güneş görmeyen atölyelerde çalışırlar. Gün içinde sabit, sürekli aynı yerde saatlerce durmak zorundadırlar. Mesleki şartlarda ilave olunca romatizmaya çevirdi işte.” Böyle derdi.

Bildim bileli aksayarak yürürdü babam. Sabahın karanlığında işe gider, gece çok geç saatlerde eve dönerdi. Çoğu geceler göremezdik yüzünü. Bazen uyumak istemez, babamı bekleyelim diye ısrar ederdik. Pencerenin pervazına kız kardeşimle sıkışırdık. Annem sırtımıza bir hırka verir, bizi kucaklardı. Köşeden babamın servis aracı görünür, babam araçtan ağır ağır inerdi. Bizi pencerede görünce gülümserdi. Hemen kapıya koşardık. Babamız bizi kucaklar “Uyumadı mı benim kızlarım” der, saçlarımızdan öperdi. Yanaklarımızdan pek öpmezdi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra kanepeye otururdu,  yüzünde tatlı huzuru belirdiği anda atlardım kucağına. Kız kardeşim omuzlarına çıkardı. Annem “babanız yorgun, azıcık nefes alsın” dese de dinlemezdik. Süratle günlük olan biteni anlatmaya başlardım. Babam “yavaş anlat kızım, acele etme, hepsini dinleyeceğim” der, biraz yavaşlar sonra yeniden heyecanla hızlanırdım. Gülüşmeler, gülüşmeler…

“Çocuklarınızı çok öpün, zîrâ her öpücük için size cennette bir derece verilir ki, iki derece arasında beş yüz yıllık mesâfe mevcuttur. Öpücüklerinizi sayarlar ve sizin için yazarlar.” (Zeyd İbnu Ali İbni Huseyn İbni Ali İbni Ebî Tâlib, Müsnedu Zeyd İbnu Ali, Lübnan, 1966, s. 505 )

Çok çalışıyor olmasına rağmen bizlerle her vakit alakadar olmuştu. Sık sık gezdirirdi. Eğlendirirdi. Yoğurt yemeye Kanlıca’ya, balık yemeğe Anadolukavağı’na giderdik. En iyi yerlerden giydirir, en güzel yerleri yaşatırdı. Her ay –o zamanın meşhur mekanlarından- Şan tiyatrosundaki gösterilere götürürdü. Sadece ben ve kardeşimi değil, apartmanımızdaki tüm çocukları toplardı. Çocuk festivalleri, sirkler, değişik oyuncaklar… Hiç unutmam bir gün teyzem “Enişte çok şımartıyorsun bu kızları, büyüdüklerinde zapt edemezsin, önlerine geçemezsin, alıştırma bu kadar rahata ve bolluğa” demişti de babam “Benim kızlarım gözü gönlü tok, hayatın lezzetlerini yaşayarak büyüyecekler. Gücüm elverdiğince yaşatacağım. Ama olur da gün gelir bunlara ulaşamazlarsa sabredip eldeki ile yetinmesini bilirler, öyle yetiştiriyorum” diye cevap vermişti. Canım babam…

Karşısına alıp uzun uzun öğütler veren biri değildi. Öğrettiği her şeyi yaşayarak aktarırdı  bize. Kul hakkına çok dikkat ederdi. Su faturalarımız az geliyor diye su sayacına “Bozuk olabilir, kontrol edilsin” diye not bırakmıştı. Görevli memur ilgilenmeyince İSKİ ye telefon açtı, güldüler babama. Bir gün memuru kapıda yakaladı ve neden ilgilenmediklerini sordu. Memur “Aman bey amca, millet az gelsin diye uğraşır senin derde bak. Ne kurcalıyorsun” dediğinde sinirlenmiş “Efendi efendi, yetmiş milyonun hakkı var bu suda. Yarın ebedi alemde her biri ile nasıl helalleşirim. Vazifeni yap, kontrol ettir” demişti. İşte o an bizde bıraktığı tesir hiçbir nasihat ile sağlanamayacak kadar müthişti.

“Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıklarla deneriz. Sen sabredenleri müjdele! Onlar öyle kimselerdir ki, başlarına musibet geldiğinde, ‘Biz Allah’a aidiz ve vakti geldiğinde elbette ona döneceğiz.’ derler. İşte Rableri tarafından bol mağfiret ve rahmete mazhar olanlar onlardır. Hidayete erenler de ancak onlardır.”(Bakara, 155-157).

Babam (II)

Sıkıntılı bir dönemin , zor şartlarında büyümüş çocuğuymuş babam. 1930 yılının İstanbul’unda Boşnak kökenli bir ailede doğmuş. Dedemi hiç tanımadım. Erken yaşta vefat etmiş ve tek erkek çocuk olan babam, ailenin sorumluluğunu üstlenmiş.

Babamın dedemle ilgili anlattıkları arasında en belirgin şey dedemin sözüne sadık bir insan oluşudur. Öyle ki, babam sanat okuluna gidermiş. Dedem okumayan, çalışmayan yeğenini bir meslek sahibi olsun diye fabrikaya önermiş “Yarın çırak olarak getireceğim” demiş. Fakat ertesi sabah yeğeni kaçıp gidince götürecek kimseyi de bulamayınca sözünden dönememiş. Almış babamı, götürmüş çırak diye. Babam hiç itiraz etmemiş dedeme. Ortada verilmiş bir söz var nede olsa.

Bir süre akşam lisesine devam etmiş. Sonra iş yükü ile yürütemeyince okuldan ayrılmak zorunda kalmış. “Çok pişmanlık duymadım” derdi okulu tamamlayamadığı için. Çünkü mesleğinde  aranan, kıymet gören bir tornacıymış. “Hiçbir zaman iş aramadım, hep iş buldu” beni derdi. Hakikaten çok başarılı idi..

Şartlar zor olsa da mutlu bir çocukmuş. Hikayelerini ağzım açık dinlerdim. Kedisi, keçisi, kuşu daha pek çok hayvanı olmuş. Mahalleden çocuklarla saka yakalamaya giderlermiş. “Sakaları yakalamak ve salmak dışında hiç eziyetimiz olmazdı” derdi. Bir gün babaannem tertemiz yıkamış, beyaz bir gömlek giydirmiş babama. Pabuçları bahçeye fırlatıp saka yakalamaya koşan babam tuttuğu tüm sakaları gömleğinin içine doldurmuş. Eve gelene dek pislemiş kuşlar . Bu hali gören babaannem bahçede kovalamış durmuş babacığımı. Gülerek anlatırdı bu hikayeyi. Yine bir gün, daha küçük bir yaştayken, odada canı sıkılmış. Mangaldaki külleri maşa ile alıp divanların üzerine koymuş, şekiller vermiş, desenler yapmış. Babaannem odaya girdiğinde gördüğü manzara karşısında basmış feryadı.

Çok güzel resim çizerdi. Hatırlarım, bir gün aynaya bakıp kendi resmini dahi çizmişti. “İş yerinde Aslan adında bir çocuk vardı. Bir an içimden gelip ağzında sigarası olur halde resmini çizmiştim. Aslan pek beğendi ve atölyenin duvarına astı. Gelen giden –Aslanın resmi değimli bu? Derdi. O derece benzemekteydi. Aslan resmi eve götürdü, “Babam hariç herkese gösterdim Selami abi, ağzımda sigara olmasaydı babam da görecekti” demişti.”  Diye anlatırdı.

Okul döneminde de yaptığı karakalem portreler pek beğenilir, eğitmenleri tarafından takdir görürmüş. Ben de resim derslerimde kendisinden yardım isterdim. Bir gün ödevimiz postane resmi çizmekti. Yapamadım, sıkıldım. Babamdan rica ettim. “sen yap, bende ona bakıp yapacağım” dedim. Keyifle almıştı kalemi eline. Pardösülü, fötr şapkalı adam telefonda görüşüyor, yaşlı bir kadın mektup atıyor, genç bir kız adres yazıyor, görevliler çalışıyor, solda banko sağda dizili ankesörlü telefonlar… Hayran olmuştum. Fotoğraf gibiydi. Defterin bir sonraki sayfasına bende çizmeye çalıştım benzerini , pek tabi başaramadım. Ama o resmi öğretmenime gösterdim “Bunu babam, bunu da ben çizdim” dediğime öğretmenim Işık hanım hayret içeren bir ses ile “Çok başarılı, çok yetenekliymiş baban” demişti.

Sesi de çok güzeldi. Münir Nurettin şarkıları söylerdi. Yalıköy’ de olan yazlık eve gidişlerimizde bir noktadan sonra dağ yollarına girerdik. “Hadi babacığım başlayalım” dediğimde “Leyla bir özgecandır” ile başlardı. Eli makama uygun ahenkle bükülürdü. Sesi buğulu bir hal alırdı. Bende eşlik ederdim. Hemen iltifat sözleri dökülürdü dudaklarından “Aman kızım ne hoş sesiniz var, kimden aldınız bu özelliğinizi” derdi, gülüşürdük. “Gülmedi şu bahtım, gülmedi gitti” ile devam ederdi. Annem arka koltuktan şakayla mızmızlanır “Mesaj mı içeriyor yoksa bu şarkı” diye babama takılırdı. Babacığımda “Sen benim başımın tacısın hanım, yüzümü güldürenimsin” der gönlünü alırdı.

Matematik zekası kuvvetli, tarih bilgisi engin, siyasi görmüşlüğü mühim, İslami hassasiyeti derin  bir adamdı. Anılarını, bilgilerini bizlere anlatmaktan mutluluk duyardı. Ben onu dinlemekten bambaşka bir keyif alırdım. Keşke daha çok anlatsa ve ben daha fazla dinlese idim. Keşke eşim ve oğlum onu sağlıklı hallerinde tanımış olsalardı. Hele oğlum… Dedesi ona ne meziyetler katardı, kim bilir…

Babam (I)

Ölüm ile ilk tanıştığımda 8 yaşlarındaydım.

Babaannem hastanede, babam yanındaydı.

O gece annem kız kardeşim ve beni yanında yatırmış, bizi uyutmuş kendi uyumamıştı. Gecenin bir vakti gözlerimi açtığımda koridor ışığının vurduğu odada babamı baş ucumdaki komidine oturmuş sarsılarak ağıyor görmüştüm. Annem babamın dizlerine sarılmış göz yaşı döküyordu. Babam “annemmmm” diyerek ağlıyordu. Gözlerimi babamın yüzüne çevirememiştim. Sadece inleyen sesini dinliyor, titreyen bedenine bakıyor ve annemin şefkatli sözlerini duyuyordum. O an babaannemin ölümüne değil de –ölüm nedir tam bilemediğimden olsa gerek- babamın acısına üzülüyordum. Yataktan çıkıp babacığıma sarılmak istemiştim ama babam, ağlıyor oluşunu görmemi beklide istemez diye tutmuştum  kendimi. Babaannem ölmüştü ve babam annesiz kalmıştı, bu çok can yakan bir şey olsa gerekti.

Ve seneler sonra babamı ebediyete uğurladığımda oğlum bana “Babaları ölen evler büyüyor, yani anne geride kalan bizler büyüyoruz, sen büyüyorsun…” diye teselli verirken aniden on yaş büyümüştüm.  Çok canım yanıyordu…

*************************************************************************************************

5 Nisan 2012 Perşembe

O sabah evden ayrılmadan önce annemle beraber doğrulttuk babamı yatağından. Bir avuç kalmış pamuk bedeninin her yanı acıyordu. İncitmemeye çalışarak kanepeye oturttuk. Anneciğim kahvaltısını hazırladı, elleri ile yedirdi. Zor yutkunuyordu. Her lokmasında boğulacak gibi oluyor, güçlükle nefes alıyordu. Birkaç aydır hastalığı artmıştı ve doktorlar güzel şeyler söylemiyordu. Defalarca hastalık geçirip her birini Allahın izni ile atlatmıştı babam. Bu günleri de atlatacak diye umut ediyordum ama yaşlı bedeni ve inleyen sesini duydukça umudum tükeniyordu.

Ayaklarım geri geri giderek evden çıktım, işe giderken gözlerim geride kalmıştı. Annem bu günü nasıl geçirecek, babam nasıl olacaktı. Gün bitip akşam oldu. Babacığım diğer akşamlardan farklı bir halde idi. Bizimle değildi. Başka bir yerlerdeydi. Hemen abdest alıp Kur’an-ı Kerim okumaya başladım. Sürekli okumamı isterdi. “İyi geliyor ” derdi. 2 saat aralıksız okudum. Arada bir titreyen elini uzatıp yanağımı okşuyordu.

Akşam namazından sonra bir iki lokma yemek yedim, biriciğim yiyemedi. Baktık ki babamın temizliğe ihtiyacı var, annemle hizmetini gördük. Hafif dokunuşlarımız bile canını acıtıyordu… Minik çığlıkları  kalbimi ortadan ikiye ayırıyordu. Çare olamıyordum, bu çok üzücü  bir şeydi. Annem her zamanki gibi “Helal olsun beyim  sana” diyerek hizmetini sürdürüyordu. Ben babama onu ne çok sevdiğimi söylüyordum. Üzülmesin istiyordum. Çünkü bilincinin iyi olduğu zamanlarda “Size eziyet oluyorsam hakkınızı helal edin, üzüyorsam, affedin, kötü kelime ediyorsam inanın bilmiyorum, hatırlamıyorum” diyordu. Benim babam hiçbir canlıyı incitmemiş bir adamdı. Hele ki hane halkına olan davranışları…El üstünde tutardı bizleri. Tek bir gün hatırlamıyorum kalbimizi kırdığı.

Tekrar Kur’an-ı Kerim’i aldım elime.

2 yıldır alzheimer hastalığının pençesinde olan babacığım son 3 ayda her şeyi unutmuştu. Yemeyi, içmeyi, uyumayı, göz kırpmayı, yutkunmayı, evini, işini, arada bir beni ve annemi de karıştırır olmuştu. Annem ile “Ömrünü ibadet ile geçirmiş biri son anlarında ya şehadeti unutur, ya Allah’ı unutursa” diye korku duyar olmuştuk . Çünkü elinden düşürmediği tespihini bile avucuna verdiğimizde boş gözlerle bakıyordu yüzümüze. Ezan sesini, bir sevgiliyle buluşma anı gibi bekleyen babam, namazını hatırlamaz olmuştu.

Vefatına 2 saat kala baktım babam Esma’ül Hüsnaları zikrediyor. Şehadet getiriyor. Ağlamaya başladım, bilinci açılmıştı. Senelerdir teyemmüm için kullandığı bir tuğlası vardı. Onu istedi benden. Teyemmüm  aldı. Yattığı yerden namaza durdu. Bir dakika sürdü sürmedi yine zikre daldı. “Babacığım senin için ne yapabilirim, emret, iste ne olur” dediğimde, “Benim için üzülme kızım, ben iyi olacağım” dedi. “Ah babam çok seviyorum seni” dediğimde beni sevdiğini söyledi , yanağımı okşadı ve zikre devam etti.

Nefes alışları değişmişti. Üzerindeki örtüsünü düzeltmek istedim, bacaklarında iri renk değişikliklerini gördüm. Birkaç dakika sonra o değişiklikler diz kapaklarında da oluştu ve çok kısa süre sonra sol kolunu kapladı. Saat 22:20…

Şu fani dünyadan ayrılırken, annem zemzemini veriyor ben duasını okuyordum. Canım babacım bir bebek gibi yumdu gözlerini. Bir damla yaş aktı boşluğa bakan buğulu gözlerinden, o kadar…

“Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz “ Hadis-i Şerifindeki gibi hakiki bir mü’min olarak yaşadı  babacığım ve son anında da hakiki bir mü’min gibi hayata veda etti.

Kabrin nurla dolsun babacığım.

“Şu dünyada sakın rahat peşinde koşma kızım, insan rahat etmek için gelmedi dünyaya. Bu yüzden mutlu günler, neşeli anlar, birliktelikler, huzurlu günler olduğu gibi hastalıklar, ayrılıklar, acılar da olacak. Hatta beklide acılar fazla olacak, kul sınanacak, sabredecek, mümin duruşu ile Allahtan gelene razı oluşu ile, isyana yönelmeyişi ile mertebe kazanacak. Ne ki bu hayat. Sorsan bana sanki hala 13-14 yaşlarındayım. Kim yaşadı 80 seneyi, ben mi… Ne vakit geçti, anlamadım. Bu yüzden hızla geçen bu ömürde kıymet verdiğin şeye dikkat et. Fani olana değil baki olana yönel. Dünyevi nimetleri helal daire içinde gönlünce tat, ama ahretin için daha fazla çabala. Aile aile aile… En önemli şey ailendir. Aileni değerli tut, emek ver, emek vermediğin şeyin değeri az olur. Küçük münakaşalar olacaktır, bunlar birdenbire yıkım olmasın diye bazen gereklidir de. Tıpkı minik sarsıntıların daha büyük depremlere mani oluşu gibi.  Çarçabuk gönül  al, aynı hatanı ikinci kere tekrarlama. Aile sırrını tut. Namusunu koru. Suizanda asla bulunma, hüsnü zanlı düşün. Ama insanları sui zana sevk edebilecek hareketlerden de kaçın, mesul olursun. İlim öğren, ilminle amel işle. Yoksa amelsiz ilim , kitap yüklü eşeğe çevirir insanı. Allah’ı zikret, geceleri uykunu bırakıp Rabbine yönel. Güneşi doğdurma üzerine. Çık balkona, yeni doğan günü seyret, kainatın uyanışını izle. Geçen sabah balkona yuvalanmış kırlangıçlara ilk uçuşlarını yaptırdı anneleri. Bir bilsen neler kaçırdın. Nasıl cesaretlendiriyordu yavrularını, o minik yürekler nasıl korku ile titriyorlardı. Heyecan ile ilk kanat çırpışları ne güzeldi. Annelerinin onları izleyişi ne muhteşemdi. Göremedin bak… Güzel şeyleri gör, kötüye kulağını da gözünü de kapat emi kızım”

Bir düğünde

krisallbrightphotography

“Zaman biriktirir çocuklar” demişti bilgenin biri

“Sonu ne zaman gelecek belli olmayan, bir zaman biriktiriyor çocuklar”.

Kuğu gibi bir gelin

Her gelin gibi güzel ve güleç

Etrafında küçük kız çocukları,

İçlerinden bir küçük kız..

Parmağına doladığı kurdeleyi ağzına sokmuş, kurdele sırılsıklam olmuş, ayakları paytak duruyor, üzerinde pembe, üç kat etekli bir elbise, saçları taranıp tokalanmış, omuzları düşük, çorabı bileğinde toplanmış.

Kim bilir hangi hayallerle bakıyor gelin kıza.

Yaklaşıp yanına kulağına fısıldıyorum

“bir gün sende gelin olacaksın, tıpkı bu gelin gibi çok güzel, melek gibi…”.

Bir mahcubiyet ve utanç hali ile başını öne eğiyor, elini ağzından çekiyor, gözlerini yerden alıp gözlerime bakıyor ve gülümsüyor.

Merasim sırasında sık göz göze geliyoruz. Kalabalığın içinde tanımadığı beni arıyor gözleri, yine gülümsüyoruz.

**

Çocukların fotoğraflarını çekiyorum

Şarkı söylerlerken

Dans eder yada düşerlerken….

Akrabalar makinemin önünde poza dururlarken,  gözlerim kendince oyunlara dalmış çocuklara dalıyor.

Suni haldeki büyük insan pozlarından çok, tüm doğal halleri ile uçuşan çocukların resimlerini çekmek bana daha doğru geliyor.

Gözlerim , ne olduğunu anlayamayan 10 aylık oğluma takılıyor.

El çırpışlarına gülümsüyorum, babaannesinin kucağında duramayışına,

“Bıraksalar da beni dalsam oynayan çocukların arasına” der gibi haline tebessüm ediyorum. Onu da alıyorum kameramın içine….

Şükrediyorum Rabbime…

Çocukluğumu yeniden çocuğumla yaşama şansını bana tattırdığı için

Kucağıma alıyorum, doluyor kollarını boynuma,…

Kokluyorum….

Doyabilmek ne mümkün….

Rana ÇOLAK

04/temmuz/ 2005