nazan bekiroğlu

Gerekçesiz Aşk: Piraye

Nâzım. Türk edebiyatının bu şaibeli ama çekici çocuğu. Kalpleri kategorize etmek mümkün olsaydı, “kalbi her güzel şeyden yara almaksızın kurtulamayanlar” sınıfına yazılabilecek olan bu romantik şair.

Bir roman kadar şaşırtıcı ve ancak hayat kadar acı olan hayatı üzerinde oynayan bütün kalemler “mavi gözlü dev”in çok tekerlekli bir savaş arabası gibi aşka çokça açık yanından bahsetmeden geçemezler. Aksi takdirde eksik kalır hikâyenin büyük parçası.

Nüzhet, Piraye, Münevver, Vera?

Sadece evlilikleri için söylemek gerekirse bile; “Nâzım’ın kadınları” diyebileceğimiz bu dört kadın, bir tek ilki, Nüzhet Hanım müstesna, onun nikâhına bir başka nikâhın bağını bozarak girerler.

Kaynaklar, Nâzım’ın dayanılmaz cazibesi önünde devreye giren aşkın hükmüyle hükmünü yitiren nikâh bağlarını tahlil etmek ile, bu evliliklerin zaten bozulası derecede kötü gittiğinden bahsetme zorunluluğu arasında salına dursun; gâhi aşkı gâhi hayatı işaret etmeye, gâhi birini gâhi o birini haklı çıkarmaya çalışadursun. Vâlâ Nurettin’e bakılırsa Nâzım ömrünce çok aşklıdır ama anınca çok aşklı değildir. Yani ki eş zamanda kalbi tek kadın için çarpar, kalbine kadınlar teker teker gelir teker teker giderler onun. Aynı anda iki aşkı, iki sevgilisi, iki kadını olmayışıdır belki de onu bunca aşka sahipliğinde “mazur” kılan, eğer geçekten mazursa.

Aşkın kaçınılmazı: Çile.

İlk ve son, Nüzhet ve Vera, ilk ve son ayrıcalığıyla dururken Nâzım’ın hikâyesinde, çile, en fazla da çileye sebebiyet veren Münevverin ve kelimenin tam anlamıyla ihanete uğrayarak güzelleşen Piraye’nin payına düşmektedir.

İkinci karısıdır Piraye, Nâzım’ın. Bu “kızıl saçlı bacı” tam on iki yıl bekler çok kısa bir süre birlikte olabildiği ve mutlu günlerinin hemen arkasından mahpus damlarına düşen kocasının yolunu. Zaman zaman gerçekleşen görüşmeler müstesna, ki bunların birinde hapishane kapısında oturup üçü, Nâzım, Piraye, Kemal Tahir; Gazzali’den rubailer okurlar, sadece mektuplara yani söze yüklenmiş bir aşk olur onlarınki. Böylesi bir rabıtada ise, baskın lisanıhâl olan aşkın bütün eylemleri kelâm biçiminde tezahür etmek mecburiyetindedir ve bu çok tüketici çok tehlikeli bir mecburiyettir.

Yine de bir kadının alabileceği “en güzel” mektupları alır Piraye, Nâzım’dan on iki yıl boyunca: Bunlar senin gözlerindir. Gökyüzü ellerin gibidir. Bunlar senin için oyduğum ahşap çekmecelerdir. Sevgilim, ah sevgilim! Lâkin merhamet yanı ihlâl edilmiş her bencil aşk gibi (gerçek aşk gibi?) teselli çizgisi bazen çekilmemiş mektuplardır bunlar: “Ve benim aşkımda merhamet yok ki teselli olsun”, 22/2/934. Ve ki bir şair “dünyanın en güzel yüzünü bembeyaz bir yatağın üzerinde” ağlatıp durmaktadır. Vaatler vaatler sonra… “Seni öyle mes’ut edeceğim ki kötü günlerin hatırasını bile bahtiyarlıkla anacaksın! (tarihsiz).

Böyle vaatler her zaman tehlikeli değil midir?

Niye ki bunca vaat, diye sorarken dışarıdan bakan yazıcı, öyle görünüyor ki şair kalbinin işleyişini anlamasak da anlayışla karşılayabileceğimiz Nâzım’ın aşkı törpülenip durmuştur. Çünkü zamana karşı dayanıklılığı daima şüphe götüren aşkın, en büyük düşmanı zamansa bir büyük düşmanı da yaşanmamışlık. En önemlisi de zaman geçedururken, hapishanede Piraye için çırpınışlarını, kimi Piraye’den para isteyişlerini, kimi -dokuma tezgâhı, oyma sanatı, çeviri, telif-, Piraye’ye para gönderişlerini içimiz sızlayarak izlediğimiz Nâzım’ın aşkı da her aşk gibi nihayetinde kendi çemberini kıramayan, kendi çapı kadar bir aşktır. Nâzım yazdıklarında samimîdir elbet. Az boz bir aşk değildir onunki. Çünkü âşıktır, üstelik şairdir. Ama doğrudur şairlerin kötü âşıklar olduğu. Çünkü şiir, şuur hâlidir. Şuur akıllılık demektir. Aşksa hepi topu bir cinnettir.

Nâzım’ın sebebi de bahanesi de vardır aslında: Aralarındaki dolayımın tek adı gibi görünse de aşk, yaşanma boyutu elden alınmış bir hapishane aşkının yaşanabileceği tek alan olan yazı boyutunda, ki kelâmdan başka bir şey olmayan yazı akla doğru çekedurur insanı, Piraye eksik kalmaktadır ona göre. Zaman zaman “Böyle bir mektup için üç sene yatılır vallahi” dedirtecek mektuplar alsa da Piraye’den, eksikliğin, yetmezliğin, azlığın adı koyulmuştur bir kere: “Zarfın içinden hapishane duvarı gibi bembeyaz kâğıtlar çıkmasa!” 23 Haziran 933.

* * *

Aşk ile sair bir kıymet arasında yapılabilecek mukayesede alternatif olarak önerilen tarafın kazanma şansının hemen hiç olduğunu baştan kabul etsek bile. Piraye’nin kömürsüz geçen kışlarını, tek başına büyütmeye çalıştığı çocuğunu, Nâzım’a destek olma çabasını aşktan da öte bir sorumluluk gibi yüklenişini ama bunu aşkla yapışını, hayatın türlü suret sert yüzleri arasına yalınkılıç dalışını ve hepsinden önemlisi Nâzım’ın sezdiği gibi “koskoca dünyadaki yapayalnızlığını” hesaba katmaya kalkışmak bile abes. Tam on iki yıl, hiçbir şey yapmamış olsa dahi tam on iki yıl, bir erkeği sadakatle beklemiş olmak bile bir kadını aşkın en büyük hak sahibi kılarken. Belli ki aşk Piraye’nin hakkıydı.

Ama aşkın bir hak ediş olmadığı da aşikârdı.

Piraye’de aradığı tutkuyu bulamadığını, üç ismi olan onu (Hatice Zekiye Pirayende) iki ismiyle kuşattığını ama üçüncü ismiyle kuşatamadığını fark eden Nâzım’ın bir fırtına gibi Münevver girer hayatına. Görünen o ki Piraye hayatın sertlikleri karşısında kaçınılmaz biçimde albenisiz kalan ve özgür tutsaklığında giderek ışığı sönen bir yıldızken, Münevver örselenmemiş bir kadın güzelliğidir. Ve Nâzım’la bir taşra cezaevininin müdüriyet odasında karşılaşmıştır. Kuzendirler, ilk karşılaşmaları değildir elbet, üstelik mazinin sayfaları arasında Münevver’in Nâzım tarafından mukabele görmemiş bir aşkı da kayıtlara geçmiştir ama Nâzım onu şimdi ilk kez “görmüştür”. Mazotlanmış tahta döşemenin -üzerinde duyulan yüksek ve ince ökçelerin tıkırtısından sonra bir Fransız parfümü çarpar Nâzım’ın yüzüne. Sersemletici. Bütün özlemlere ve bütün mahrum kalmışlıklara hitap edici. Ve erkek kalbi isteyicidir. İstekten! Bir mektup. İmzalanması için Piraye adına hazırlanmış bir boşanma dilekçesi. Bu kadar sade.

Ama kalplerin on iki yıllık tarihçesi bu kadar sade değildir.

* * *

Kadın kalbinin bilgi ötesi sezgisiyle Piraye, bu gidişin ayak seslerini önceden duymuş muydu? Muhtemel. Kuşku yok ki o, ölümcül darbeyle yaralanmıştı. Gururundan vurulmuş olmalıydı, kadınlığından, inancından. Abes yanıyla hayatın birdenbire yüz yüze gelmiş olmalıydı. Ama en çok da “aşktan” yara almış olmalıydı, aşk yanından. Ki hayatını aşkın üzerine kurmuş olmalıydı Piraye. Başka türlü bunca zorluğa nasıl göğüs gerilirdi ki?

Erkek kalbi, bir garip! Kemal Tahir’e hapishanede iken yazdığı âteş mektupların birinden öyle anlaşılıyor ki Nâzım; Münevver Hanıma hapishane ortamının cilvesiyle aniden tutuluverişinden rücu etmiş, yine Piraye’ye dönmek istemektedir. Aşkın yakıcı ilk etkisi yok olunca, ya da aşkın da yolları var ki tıkanınca, ak ile kara, akıl ile duygu, tutku ile minnet çatışmaya başlamış olmalıdır Nâzım’da. Kemal Tahir’e, sözü edilen mektupta, Piraye’yi yeniden fethetmeye çalışacağından, onun aşkını yeni bir aşkı kazanır gibi kazanacağına neredeyse emin olduğundan bahsetmektedir. Üstelik garip bir özgüven de taşımaktadır. Hatta zevkli bir deneyim olacaktır bu.

Yanılmaktadır:

Durmadan kuruyup durmadan yeşeren bahçeden geçmez iki kere aynı rüzgâr…

Geçmez.

Dökülen toplanmaz, adı aşksa, biten bir daha kendisi olarak başlamaz.

Ve olmaz! Piraye affetmez. Dönmez ona bir daha. Kısa zamanda boşanırlar.

Geçmişler olsun! Her şey bitmiştir. En fazla da aşkın karşılıklı yağıp duran büyülü müziği.

Belli ki onca şairliğine rağmen Nâzım, şiirden şaşırtıcı olan hayata ve hayattan da şaşırtıcı olan kadın kalbinin bazen ne kadar karmaşık çalışabileceğine yabancı kalmaktadır. Duygusu imbikten geçirilmiş bir kadın kalbinin; uğrunda ne kadar çok şey feda edilmiş ne kadar çok bedel ödenmiş bile olsa, aşkın, safiyetinden masumiyetinden bir kez şüphe duyulmaya başlanınca; yaşanabileceği akla bile getirilmeyenler yaşanıp da aşkın olmazlarına dair tahayyülün sınırları kırıldığında; her şeyi ama her şeyi, en fazla da kendisini feda edebileceğini bilmemektedir.

En fazla kendisini, çünkü Piraye ömrünün sonuna kadar Nâzım’ı sevmekten vazgeçmiş değildir. Ancak bekleme yanı inkâr edilmiş, görülme ve bilinme hakkından gönüllü vazgeçilmiş bir aşktır artık bu. Beklemeyen ve kendisini göstermeyi istemeden sadece sevmekle yetinen. Acı elbet. Ama bu kalbin sahibi aşkın en yetkin tanımıyla dikilmektedir karşımıza: Gerekçesiz aşk. Hapse giden yol, karmaşık ve çapraşık bir yığın gerekçeli karar içerir. Ancak en karmaşık olanı kuşkusuz gerçek aşkın gerekçesidir. Çünkü o gerekçesizdir.

Aşkın küllî lisanının susup da, bir telin kopup da, ahengin ebediyen kesildiği yerde sorulası en acı soru şudur artık: Aşk bir hak ediş mi? Ve evet Piraye için Nâzım artık sadece bir hak ediştir. Bu yüzden ki “gerekçesizliğiyle âşık” kadın, bütün cazibesini yitirdiğini ve Nâzım’ı çektiği çilenin karşılığı olarak sadece müstahak olduğunu fark ettiğinde, kendisine dönmek isteyen erkeğini reddeder. Bunun gururla ilgisi yoktur.

Ömrünün sonuna kadar hayatına hiçbir erkeği sokmadığı gibi özel odasını da hiçbir meraklı nazarın yağmasına sunmaz Piraye. Hatıralarla yaşamanın mümkün olduğu ondan öğrenilebilir. Oysa Piraye, Nâzım’dan ayrıldığında talipleri vardır. Azımsanır kısmetler değildir bunlar. Sadık, az üzücü, teselli verici. Teminatı muhakkak olan bir hayatı getirip Piraye’nin ayakları dibine sermeleri zor değildir. Temiz dürüst insanlardır. Onlar da Piraye’ye müstahak gibi görünmektedirler. Kabul etmez hiçbirini Piraye. Neden, diye sorulduğunda: “Nâzım’dan sonra kimi sevebilirim ki?” der.

Gerekçesi yok ki aşkı, tertemiz yaratılmışlıklarıyla sadece hak edebilen doğuştan şanssızlar hep kaybederken, “dünyanın en güzel yüzünü bembeyaz bir yatağın üzerinde ağlatanlar tutkuyla sevilenler olarak kalacaklar.

NAZAN BEKİROĞLU -Cümle Kapısı-

 

Cümle Kapısı – Nazan Bekiroğlu

Kelimeyle değil, cümleyle düşündüğümü fark ettim ben. Muhal farz bile olsa “Her şeyi özetleyecek bir cümle” tutkum, mana biriminin cümle olmasından. Karmaşık cümlelerle konuşmayı sevmem, öyle düşünmemden. Başka türlü anlatamıyorum, bu yüzden mazurum ben. Faturaların, makbuzların, ihbarnamelerin arkasına. Mektup zarflarının, davetiyelerin, program kartlarının boşluklarına. Peçetelerin üzerine. Kitapların, kenar sularına, kapak içlerine. Defterlerin, sahifelerine değil kıyılarına köşelerine. Yazılıp da bırakılmış; bilinç kendine bile hırsız, kim bilir bazıları hatırlanmış da sonradan unutulmuş bunca cümleyi bir yerlerden bulup da çıkarmam. Burada böyle bir kapı açmam.

Biraz Küçülsem

 

Biraz küçülsem, diyorum, biraz azalsam.

Daha sade, daha düz, daha yoksul olsam.

Bu kadar çok giysi, bu kadar çok kitap, bu kadar çok takı. Bu kadar çok kablo, bu kadar çok müzik, şiir, resim. Bunca yüz. Bunca haber. Bunca yol. Bunca şehir. Bu kadar çok mesele.

Elimi verip kolumu kurtaramadığım beyhude.

Böyle olmasa…

Nazan Bekiroğlu

Kapat gözlerini

Kapat gözlerini önce. Ve haydi aç şimdi kendi içine.

Değil mi ki, “aslolan gözlerin kapalıyken yaşadıkların.”

Hâlâ en güzel hikayeleri dünyalar bir araya gelse
anlamayacaklara mı anlatmaktasın?

Ve sen hâlâ sağırlar ordusuna senfoniler mi çalmaktasın?

Ne seni hazmedebilen ne de senin hazmedebildiğin
bir alemde için sızlıyor, biliyorum.
İçine bak, imkansız bir şey olmadığını göreceksin.

Kapat gözlerini gitsin.

Ama aç kendi içine.

Nazan Bekiroğlu/ Mor Mürekkep

La , Sonsuzluk Hecesi

Bir gün Sabâ Melikesi Belkıs’tan, Âdem’le Havva’nın hikâyesini anlamanın bütün bir insanlığın da hikâyesini anlamak manasına geldiğini öğrendim. İnsanın bütün halleri Âdem’de gizliydi ve bütün macera onun hikâyesinde özetlenmişti.
Bu cümleyi yıllarca içimde gezdirdim de bir türlü kalemi elime alamadım, anlatmaya kalkışamadım.
Ne zaman ki, kalmak için değil uğrayıp geçmek
için kadem bastığımız, kök attığımız değil kısa bir gölge saldığımız şu dünyada bir cennet sürgünüyle yazgılandığımı anladım ve Kelimeler Kitabı-çift isimler sahifesinde, Âdem’le Havva’nın yanına bir de Habil’le Kabil’i ekledim. O zaman anladım anlatma zamanının geldiğini.
Hikâyenin ismi düştü dilime bir gece: LÂ.
İLLÂ, dedim.
Bir ömür boyu aradığım hece harfinin LÂ olduğunu bildim.
Nazan Bekiroğlu
——————————————————————————————————————–
Öyle bir çığlıkla attı ki kendini Âdem uykusundan, gerçekte çığlık atıp atmadığını bile bilmedi. Ama iki uyku arasında rüyasının bölündüğü gün gibi gerçekti. Ve başına bir şey gelmiş gibiydi.O zamansızlık zamanında, cennet ırmağının kıyısında Âdem onunla göz göze geldi. Kuşları, tüyleri ürkütmekten korkarcasına elini uzattı yavaşça. Parmaklarının ucundan dökülen yaseminleri gösterdi. İçine dolan ses ve ışığa, sevince sarmaşığa, usulca, sen kimsin, dedi. Bildiğini bir kez daha bilmek, kelimesini bir de ondan duymak istedi.Ben kadınım, dedi Havva, ama bu benim sıfatım. Adımı henüz bilmiyorum.

Sonra döndü Âdem’e,

aklına bir şey gelmişti.

Sesi, bengisular gibiydi.

Bana, dedi, bir isim ver,

varlığım olsun.

Durdu, aklından yeni bir şey geçti. Bana, dedi, sen isim ver, varlığım senin olsun.

Bana öyle bir isim ver ki senin adının yanında dursun.

Seni anan beni de ansın. Seni hatırlayan beni hatırlamadan olmasın.

Bir “ile” koy aramıza bizi birbirimize bağlasın. ”

————————————————————————————————————————
Üç şey seçtiler cennetten çıkarmak için:
Bir: Kelimeler
İki: Aşk
Üç:Annelik DuygusuKelimeleri Âdem yanına aldı, annelik duygusunu taşımak Havva ‘ya kaldı.
Ama aşk çok ağırdı.
İkisinin de aşkı tek başına taşıması mümkün olmayınca,ikisinin zembili de aşkı bir başına kaldıramayınca, bölüştüler yükü.
Yarısını Âdem sırtlandı,aşkın yarısı Havva’ya kaldı.Öyle sert düştüler ki dünyaya,bu fenaya,Âdemîn dizlerinin bağı çözüldü, ciğerleri yandı.Nutku tutuldu.Üçüncü defa, bildiği kelimelerin hepsini önce unuttu.Sonra bir kısmını hatırladıysa da o bir kısmını kıyamete değin unuttu.

Aşk?

Daha yollarda sakin durmamıştı bir türlü.Kabına sığmamıştı.Bir yarısı yollarda kayboldu.Getirebildikleri ancak öbür yarısıydı.

O gün bu gün yeryüzü kelimeleri yetersiz,aşk bu dünyada kusurlu.

Annelik duygusu?
Havva’nın cennet duygusu.
Gönül evinde,kadın bedeninde,tastamam duruyordu…

———————————————————————————————————————–
Havva Ademin sukun bulması için yaratılmıştı yaratılmasına ya, çoğu kez sakin bir liman değil fırtınalı bir deniz oluyordu.
Durgun bir su olup aktığı zamanlardan çok boğarken hayat veriyor,taşkınıyla diriltiyordu.
Garip bir güzellikti bu ama her haliyle güzeldi.
Güzeldi ve güzelliği sanki Adem ona baktıkça çoğalıyordu.
Çoğalmak istiyordu zaten,bu yüzden saklamıyordu kendisini Havva,görünüyordu.Açıyordu benlerinin ötülerini bir bir, iki avucunda topladığı incileri, kulağının arkasına taktığı su nilüferlerini, saçının her telini, kendini gösteriyordu.
….
Işık ona farklı yanlardan vurunca da vurmayınca da ,her an değişiyordu.
Anı anına benzemiyordu. Kendisi olarak kalmıyordu.
Ya Ademe dönüşüyordu, ya Ademi baştan başa,tepeden tırnağa Havva ediyordu.
Tekinsiz gibi duruyordu önce, sonra tutup elinden kaldırıyordu çarptığını.
Ya Rabbi neydi bu Adem’e Havvanın ettiğini kimse kimseye etmiyordu.
Yinede Adem Havvadan şikayet etmiyor “daha yok mu” diyordu.
Susuyordu Havva. Ama daha aydınlık bir cevabı içinde taşıyan bir soruyla sustuğundan dokunmuyordu bu suskunluk Adem’e.
Mutluysa mutlu ediyordu Havva, Adem mutlular içinde en mutlu.
Mutsuzsa kül rengi bir is bırakıyordu elinin değdiği yere.
Gözünün gördüğü ve görmediğinin üzerine kendisinden bir mutsuzluk bırakıyordu.
Kadındı bu.
Halleri muhalleri, anı, niyeti bulaşıyordu,akıyordu.
Durmuyordu bir yerde, sızıyordu.
Adem şaşırdı
Bu kadının hallerini neredeyse kendisine öğretilmiş isimlerin arasında bulamayacaktı.
Neticede yarattıklarının bu en şereflisi,bütün isimlerin emanetçi efendisi ,esma taliminin gözdesi,o kadar kelimeyi aklında tutmuş öğrenmiş birisi,bir türlü Havvayı tam anlamıyla anlayıp kavrayamadı.
Açtı da açıklayamadı.
Ama yine de ondan aklında kalan en fazla renkti,ışıktı,karanlıktı.
Belli ki o, saf değil sarmaşıktı.
Berrak değil katışıktı,kadındı karmaşıktı….
————————————————————————————————————————–
Seyir lügatçesi: AMAAdem de güçlü ve güzeldi.Yapili AMA narindi. Zarif fakat heybetliydi. Ince AMA derindi.Topragi dünyadan suyu cennettendi. Bu yuzden gölgesi vardi. Farkliydi yani. Cennet sakinlerine göre bambaska bir güzellikte güzeldi. Demem o ki, cennetin cemicümlesi ondan daha güzelinin olamayacagindan neredeyse emindi.

Ta ki Havva yaratilincaya kadar.

Ne zaman ki bir selale suyunun havuzunda Havva’nin kelimesi vücut buldu, cennet ehlinin guzellige dair butun bilgisi bastan sona bozuldu.

O gorundugunde sadece Adem’in degil, konuskan hüthüt kusunun bile dili tutuldu. Havva’nin ilk gorunusunun neticesi, her seyin uzerine sinen ani bir suskunluktu. AMA sonrasinda bir seyir lügatcesinde toplandi Havva’ya iliskin cennet kelimeleri. Adem bakakalmisken, butun bir cennet de onu seyredurdu.

Fakat nedense melekleri, Adem’in yaradilis haberini aldiklari gunkune benzer bir huzursuzluk sezgisi sardi, Havva’ya bakislari bakisa eklenirken cumleleri de AMA’larla bolundu. Cunku Havva AMA’lar olmadan, düz bir cümleye sigmiyordu. AMA’lar bu seyirde o denli vurguluydu.

Havva sadece güzel degildi
Ayni zamanda tatliydi, sevimliydi
Sicak, cana yakin ve gönüldendi
Boyu boyuna uygundu Adem’in, endami endamina

Ama sanki teni onunkinden daha parlak, gözleri bakislari daha gizemliydi. Ve sanki daha çetrefildi. Ve bu çetrefil acik degil gizliydi. Zahirde degil icteydi. Her halde Havva ayni anda çok seydi. Ve ona ilk bakisla son bakis birbirinin ayni degildi.

Duruydu ilk bakista. Yalin. Isiltili. Akici. Sanki sudan yaratilmisti ve meylinde gunes isigi oynasan sular gibi berrakti. Ama her an degisiyordu. Bir kararda durmuyor, iki bakis arasinda halden hale giriyordu. Karanliklari, ucurumlari, irmaklari vardi. Isten degildi golgesine dusenin yitip gitmesi. Ama yitip gideni bulup çikaracak olan da yine Havva’ nin eliydi.

(…) AMA güzel olmaktan baska hazineleri, hayati süslemekten baska bir kaderi de vardi bu guzelligin, besbelli. Gelip gecici bir sermaye degildi sahip oldugu. Bambaska zenginliklerle de zengindi. Ve defteri ilk alemde, evvel alemde kapanip kalacak gibi gorunmuyordu. Ahiri vardi, sonraya dusecekti yolu.

—————————————————————————————————————————
Bir yanın karanlık senin bir yanın ışık.
Bir yanın melek kanadı bir yanın şeytan ıslığı.
Bir yanın çamur beden, bir yanın kutsal ruh.
Bir yanıniyiliğe açık bir yanın iyiliğe kapalı.
Tek başına ne duru bir iyilik ne de saf kötülük sensin.
Ne baştan ayağa cennetsin ne de tümüyle cehennemsin.
Aynı anda birbirine iki zıt şeysin.
İçinde iyilik ve kötülüğü besleyecek yeteneğe aynı anda rastlayacaksın.
Hataya da sevaba da aynı derecede ehliyetli olacaksın.
Bir yanın yükselmeye çekecek seni bir yanın düştükçe düş diyecek.
Zirvelerle çukurlar arasında gidip geleceksin.
—————————————————————————————————————————
Okudukça kendimi gördüğüm, yeniden keşfettiğim bir kitap
Teşekkürler Nazan Bekiroğlu