lale

Meğer meleklere aç/mış menekşeler

Her bahar yaşıyorum bu acemiliği. Her bahar ayağım dolanıyor, başım dönüyor, bakışım çatallanıyor, ellerim terliyor. Acemiyim bu bahar yine. Ustaca karşılayamıyorum baharı. Tecrübemi konuşturamıyorum bi’türlü. Oysa, ustalaşmış olmalıydım. Acemi bir bahar karşılayıcısı olmak için mazeretim kalmamış olmalı. Kırbeşinci baharım bu. Kırkbeşinci olmasına kırkbeşinci ama adı üzerinde bu bahar ilkbahar. Hep “ilk” var başında “bahar”ın. “İlk” defa görüyorum bembeyaz coşkuyla köpüklenen denizler gibi hayata koşan ağaçları. İlk defa farkediyorum terütaze sevinçlerle varlığa uç veren lâleleri, papatyaları, menekşeleri. Pencere önüme kadar taşmış bir bahar karşılıyor beni. Kaçsam da yol kenarlarında yakalıyor beni gelincikler. Kızım bir kırçiçeği koparıp uzatıyor elime. Sadece çiçeklerin isimlerini saymaya boş vaktim oluyor. Lâle, sümbül, frezya.. Sarısı var! Eflatunu var! Kızılı da! Ah bir de kokuları! Mor salkımlar ise selam vermeden geçiyorum diye rayihalarıyla uzanıyorlar burnumun dibine kadar. Bu arada erguvanları da kaçırmamalı. Bir fıskiyeden fırlar gibi ağacın her yanına sarılan, budakları beklemeden, hiç nazlanmadan patlayıp duran o efsûnlu renkleri. Güllerin başında ise bir ömür beklemeli sanki. Yaprak yaprak güzellik dermeli. Bir de ıhlamurlar kokmaya başlarsa, ne ederim ben? İşim başımdan aşkın benim. Hangi çiçeğe, hangi ağaca, hangi kokuya, hangi renge tutunup da kalayım? Hangi güzelliğin yüzüne asılıp da durayım?

Etrafımda her an hep yeni renkte hep yeni kokularda sürüp giden bir şehrâyin var. O kadar çok ki seyredilecek, üzerinde durup tefekkür edilecek yaratılış! Hakkını veremediğime yanıyorum baharın. Hep alacaklı kalıyor benden bahar. Onca güzelliğe bakış borçlanıyorum her defasında. Yanından bir göz ucu bakışıyla geçiyorum sadece. Tek bir lâleyi bile bir bahar boyu seyretmeye değer diyor dostlar. “Kırkbeşinci baharının ihtisasını lâleler üzerinde yap! Ama o kırmızısının tonunu ne bayrağa, ne bordoya ne pembeye benzettiğin renkteki o lâleye ayır vaktini. Altı yaprakla açıp da, sonra yapraklarını bir bir döküşündeki hüznü de seyret. Bir ömür yeter sana bu sevinç, bu hüzün.”

“İyi de papatyaların gönlü kalmaz mı?” diyorum içimden. “Ya kasımpatılara nasıl yetişeyim?” “Menekşeleri ıskalamaya gönlüm hiç razı değil!” Bu kırkbeşinci baharı, hiç kimsenin uğramadığı bir kırda, hiç kimsenin özenerek dikmediği, hiç kimsenin de bile isteye seyretmeye tenezzül etmediği bildiğim en güzel kırmızıyı, en ince yüzde ağırlayan o gelinciklerle sarmaş dolaş geçirmeye de razıyım. Ancak belki o zaman, bu baharın hakkını verdim diye kocaman bir “Oh!” çekerim. “Galiba,” demişti Ali ağabey uzun bahar yolculuğumuzda “çiçeklerin kelebeği de gelincikler!” Kelebekler var bir de… Onlar ki sanki çiçeklerin suskun güzelliğine, kırların yalnız tazeliğine bir karşılık vermek üzere uçuyorlar, uçuyorlar. Kıpkızıl gelincikler, incecik yapraklarıyla nasıl yeşile sarıya boyalı kırların tazeliği üzerinde bir mühür gibi dikkat çekiyorsa, kelebekler de öyle! Nazenin hareketleriyle bak(amay)ışımızı dürtüp göz göz gezdiriyorlar o güzellerin yüzlerinde. Yoksa, bu baharı kelebeklere mi ayırsam?

Peki ya kuş sesleri? Kime nasıl açıklarım ben, kırkbeşinci baharında bile kuş seslerini birbirinden ayırd edemediğimi? Utanmam mı bu sağırlıkla? Kuşlar ki, çiçeklerin suskun güzelliğini sesten bayraklar gibi taşıyorlar, gönlün kapısı kulaklara taşırıyorlar? Kuş sesleri ki, bir gülün son yaprağını saran sesten bir yaprak daha örüyorlar! Dinlemeye vaktim yok! Telaşla geçiyorum aralarından! Seherlerde yarı uykulu, öğlelerde başka şeylere kulak kesilmiş halde, o bahar bestelerini kırkbeşinci defa daha kaçırıyorum, ıskalıyorum, yok sayıyorum.
Olmadı işte bak! Yine olmadı! Olmayacak! Bunca güzelliğe bir değil bin bakış borçlanarak gidiyorum. Bunca inceliğe minnet duymadan koştukça koşuyorum. Nereye gidiyorum?
Galiba, ilk defa! İlk defa bu kadar susayarak ve acıkarak bakışsız bıraktığım bunca güzelliğin hak ettiği ince bakışları, derin tefekkürleri fark ediyorum. Benim ıskaladığım yerlerde, benim bakmadığım yüzlerde, benim özenmediğim güzellerde, bin bakışlar, bin yakarışlar, bin minnet duyuşlar, bin hayret edişler, bin alkışlar, bin takdir edişler, bin hayran oluşlar olmalı. Bu baharı benim bir ömür seyretmek istediğim gibi seyreden birileri olmalı. Benim bıraktığım bakış boşluklarını dolduran, benim suskunluğa terkettiğim seslere çağıltılı bir dinlemeyle karşılık veren, anlamsızca baktığım güzellerin hakkını fazla fazla verenler olmalı. Boş bakışlara kalmamalı bunca diriliş!

Şimdi o boşlukları dolduruyorum: Ve ben meleklere inanıyorum. İnandığıma da seviniyorum. İnandığım kadar çok bahar bestesi duyuyorum. İnandığım kadar çok bakış çiçeği deriyorum. Melekçe bakışlara bakan bahara daha başka bakıyorum. Dal uçlarına melekçe hayranlıklar diziyorum. Gül yüzlerde her an meleksî zikirler duyuyorum. Kuş cıvıltılarına melekçe çağıldayışlar ekliyorum. Her çiçeğin her haline her rengine her rayiha inceliğine en az bir melek tayin ediyorum. Bunca güzelliğin bunca bakışı hak ettiğini biliyorum. Meleklere yeni/den inanıyorum. Erik dallarında çiçeklerin ak köpükler gibi coşkusuna katılarak inanıyorum.

Senai Demirci

Anamın Namazları

Anam namaza durur günde beş vakit
Bir serinlik duyarız, ondaki büyük huzurdan…
Aydınlanır içimiz, odalarımız
Yüzündeki ince, mübarek nurdan…

Beyaz baş örtüsüyle savrulur gider sanki
Yakalar büyük sırrı, her yeni ezan sesinde…
Kehribar tesbihinde sabır boynunu büker
Şükür, çiçek açar seccadesinde…

Üçleri, Yedileri, Kırkları mı düşünür?
Bir gariplik çöker üzerine her akşam.
Hem ağlar iplik iplik, sessiz sedasız
Hem namaz kılar anam.

Anamın duaları üzerimde olmasa
Yıkılır sırtımı verdiğim duvar.
Kopar, elime gelir tuttuğum dal
Kapımı çalmaz bahar…

Ne şikâyet, ne kin, ne şüphe biraz
Sessizliği, yüreğinin niyazındandır…
Elinin bereketi, iffeti, merhameti…
Kıldığı sonsuzluk namazındandır.


Yavuz Bülent BAKİLER

Sevgin İçimde Taptaze

Onu ilk gördüğümde üzerinde eski iş elbiseleri , parmaklarında boya kalıntıları, elinde fırçası, ağzında eksik etmediği sigarası vardı.

Yağmur yağıyordu dışarıda ve ben saatlerce yağmur altında kaldığımdan sırılsıklam olmuştum.

Çok çaresiz bir günümdü
Çaresizliğim hem yağmurdan hem darmadağınık olmuş, toparlamaya çalıştığım hayatımı elimden kaçırmamaya çabalayışımdandı.

O gün yüzüne baktığımda kalbimde bir sıcaklık büyümeye başladı …

Bir zaman sonra bana karşılaştığımız gün aynı duyguları hissettiğini söylediğinde “kalpten kalbe yol var” sözünün hakikatine bir defa daha inandım.

Şu zamana kadar hayatımın en zor 1.5 yılını ona yakın bir mekanda yaşamaya başlamıştım.
Belki de o günleri hatırladığımda hissettiğim acıyı tek onaran onu tanımış olmamın mutluluğu, bıraktığı izler, pek çok hatıra, gözlerimin önüne gelen ömre bedel gülümsemesi..

…………………………….

Hem yetim, hem öksüz büyümüş
7 kardeşin en küçüğü imiş
Okuyamamış..

İdealleri olmasına rağmen okuyamamış ve bir ayakkabıcı yanında çıraklıkla hayata atılmış.
Zor günlermiş….
Kore gazisiymiş

Pek düşkün olduğu, elleri pamuktan daha yumuşak, ince tenli bir hanımı vardı.
2 evlat vermişti Mevlam ona,
bir erkek, bir kız.
Torunları vardı boy boy.

Kanepede köşeli oturur, yanına da bir küçük sehpa çekerdi.

Sık sık tazelenen ince bardaktaki demli çayını , kül tabağını, sigara paketini koyardı bu sehpaya.

Ve anlatırdı….

Bir hayat ki neler neler yaşanmıştı.

Hayranlıkla onu izler, yaşadıklarını anlatırken yüzünde derinleşen çizgilere bakardım. Sevinci de , hüznü de, acısı da o nur yüzde defalarca belirirdi.

Mütevazi hayatı,
Muhabbet kuşları ve çiçekleri,
Ve laleleri….

Çiçekleri arasında dolanırkenki hali geldi gözümün önüne…
Gülleri, laleleri, begonyaları, fesleğenleri…

Nur yüzünü çevreleyen pamuk gibi sakalı,
İnce uzun boyu,
Güldüğünde ince yanaklarının yuvarlanışı,
Çok daha güldüğünde dişsiz damağı….

Bazen beni balkonda beklediğini görürdüm.
Ailemden değildi, buna rağmen endişelenirdi azıcık geciktiğimde eve.
Onun sevgisine sığınmıştım, çok önemli idi benim için.
Bir tek Burhan bey amcamı gördüğümde, onunla konuştuğumda gülümserdim…

Ruhumu tedavi eden bir şeyler vardı onda.
O da biliyordu belki de, ona olan ihtiyacımın farkında idi.

Bir şey için “ne güzel” demeye göreyim.

Hemen “senin yanında olsun o vakit” diye bırakırdı kucağıma.

“Yapma Burhan Bey amca, her beğendiğimi verme bana, bu sefer beğenilerimi rahatlıkla ifade edememeye başlayacağım” diye sitemlenirdim.

Ne yapar ne eder iade etmeme müsaade etmeden gönderirdi evime.

Burhan Bey amcam bana laleleri sevdiren ilk kişi…
İlk lalemi bana eken kişi,
Laleler ve o…

Çiçekleriyle arasında inanılmaz bir bağ vardı.
Bir sabah uyandığımda bana verdiği sarmaşığın tüm yapraklarının sapsarı olduğunu görmüştüm. Akşam yemyeşil olan çiçek neden birden bire sararmıştı. Burhan bey amcama telefon açtım sebebini sormaya. Telefondaki yabancı ses, akşam Burhan beyin aniden rahatsızlandığını, hastaneye kaldırıldığını ve evde olmadığını söylüyordu. İnanılır gibi değildi. Kısa bir süre sonra çiçek yeşermeye başladığında Burhan bey amcamın da sağlığı yerine gelmeye başladı. Belki tevafuktu. Güzel bir tevafuktu. Belki de değildi…

Birlikte yediğimiz son yemeği hatırlıyorum….

Ramazandı, yine yağmur yağıyordu dışarıda. O ve kıymetli eşi en şık elbiseleri ile konuğumuzdu. Tam sofrada iken elektrikler kesilmişti ve ben mumlarla masayı aydınlattığımda hanımına dönüp gülümsemişti. Belki de bir anıları vardı ve hatırlamışlardı

O güzel insanın ebedi aleme uğurlayışımın 2. yılı dolmak üzere.
Vefatı ardından evine gittiğimde kızı bana bir fotoğraf uzattı.
Son resmi .
Baktım…
Emirgan’da, laleler içinde.
Yüzünde, dayanamadığım ömre bedel gülümsemesi ile.

Sevgin içimde taptaze.
Bana tesir edebilen nadir insanlardandın sen.
Babamın tabiri ile “yaşayan, islami hassasiyetlerini hayatta gerçek manada uygulayan ender insanlardan”
Mekanın CENNET olsun Burhan Bey Amca

Rana Çolak