Okunası Kitaplar

Puslu Kıtalar Atlası – İhsan Oktay Anar

Yeniçeriler kapıyı zorlarken, Uzun İhsan Efendi hala malum konuyu düşünüyor, fakat işin içinden bir türlü çıkamıyordu… “Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam ersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar. Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, düşlediğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece, o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın, beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.” Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapadı. Az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları gerirdi: “Dünya bir düştür. Evet, dünya… Ah! Evet, dünya bir masaldır.”

Cümle Kapısı – Nazan Bekiroğlu

Kelimeyle değil, cümleyle düşündüğümü fark ettim ben. Muhal farz bile olsa “Her şeyi özetleyecek bir cümle” tutkum, mana biriminin cümle olmasından. Karmaşık cümlelerle konuşmayı sevmem, öyle düşünmemden. Başka türlü anlatamıyorum, bu yüzden mazurum ben. Faturaların, makbuzların, ihbarnamelerin arkasına. Mektup zarflarının, davetiyelerin, program kartlarının boşluklarına. Peçetelerin üzerine. Kitapların, kenar sularına, kapak içlerine. Defterlerin, sahifelerine değil kıyılarına köşelerine. Yazılıp da bırakılmış; bilinç kendine bile hırsız, kim bilir bazıları hatırlanmış da sonradan unutulmuş bunca cümleyi bir yerlerden bulup da çıkarmam. Burada böyle bir kapı açmam.

Pertev Bey’in Üç Kızı, İki Kızı Ve Torunları – Münevver Ayaşlı

Bu kitap “nehir roman” dediğimiz birbirinin devamı olarak kaleme alınmış üç kitaptan oluşuyor: “Pertev Bey’in Üç Kızı, Pertev Bey’in İki Kızı ve Pertev Bey’in Torunları”.

Hatırat yazarlığının önemli isimlerinden Münevver Ayaşlı, gerçek bir zaman, mekan ve vak’a üçgenine oturtarak başarılı bir üslupla kaleme alıyor romanını.

Miralay Pertev Bey’in kızları, torunları ve kalabalık maiyeti etrafında ferdi, ailevi ve toplumsal bozulmuşluğu tahlil ediyor. Hem şahitlik ettiği hem de derinden yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış sebeplerini kavratıyor okuyucusuna.

Pertev Bey serisi tarihsel gerçeklerin öyküleştirilerek okuyucuya sunulduğu seviyeli, üsluplu, geniş bir “dönem romanı” kimliğinde.

Bin Muhteşem Güneş – Khaled Hosseini

Nereye giderseniz gidin, ülkeniz peşinizden gelir. Artık siz orada yaşamasanız da o içinizde yaşar. Afganistan’ın Khaled Hosseini’de yaşadığı gibi…

Bin Muhteşem Güneş, ilk romanı Uçurtma Avcısı’yla tüm dünyada inanılmaz bir başarı yakalayan Hosseini’nin ikinci romanı. Yazar bu romanında da yine doğduğu toprakları anlatıyor. Bu kez iki kadının kesişen yaşamları ve dostlukları üzerinden… Küçük yaşta evlendirilen kızlar, çocuğu olmayan kadınlar, babaya ya da çocukluk arkadaşına duyulan, geçmişe gömülmüş aşklar…

Khaled Hosseini, hasreti, dostluğu, aşkı ve insanlığı en iyi anlatan yazarlardan. Başarıyla kurduğu olay örgüsüyle, çıkmaz yolların nasıl düzlüklere açılabileceğini gösteren bir kalem. Bin Muhteşem Güneş, kelimenin tam anlamıyla “beklenen” bir roman…

Tanrım Sen Acı Bize

Tanrım sen acı bize, ona ( Doğum yapmakta olan eşi için kullanıyor) yardım et!!

Dinsel inancı olmayan Levin’in hiç beklenmedik bir şekilde ağzından dökülen bu sözcükleri tekrarlayıp duruyor ve bunu sadece dudaklarıyla yapmıyordu. Şimdi şu anda sadece bütün şüphelerinin değil mantıksal nedenlerden ötürü (Tanrı’ya) inanmayışının da, kendinde çok iyi tanıdığı bu zaafın da, tuz gibi dağılıp ruhundan temizlendiklerini ve onu, Tanrı’ya yardıma çağırmaktan kesinlikle alıkoymadıklarını hissetti.

Kendini ve ruhunu avucunda tuttuğunu hissettiğini Tanrı’ya yalvarmayıp da kime yalvaracaktı ki?

Lev Nikolayeviç Tolstoy-Anna Karenina

Vefa Apartmanı – Sadık Yalsızuçanlar

 

Sadık Yalsızuçanlar’ın kitabı Vefa Apartmanı yaklaşık 1 yıldır raflardaki yerini aldı. Yazar kitabında Menderes hükümetinde Ulaştırma, Milli Eğitim ve Bayındırlık Bakanı olarak yıllarca hizmet etmiş ve 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış Tevfik İleri’nin hayat hikayesini anlatıyor.

Cezaevindeyken kansere yakalanan ve bunun sonucunda hayatını kaybeden Tevfik İleri’nin çocuklarıyla bir araya gelen Sadık Yalsızuçanlar, eski bakanın eşi Vasfiye Hanım la aralarındaki mektuplaşmaları yeni kitabı Vefa Apartmanı’nda okurlarla paylaşıyor.

 

Kitabın Arka Kapağı:
‘Allah var. Büyük Allah var. Her şeyi görüyor, biliyor. Gördüğüne ve bildiğine inanıyorum. Gerisi laf u güzaf. Yapılacak tek şey tebessüm etmektir. Size mal mülk, servet bırakmadım. Yalnız, size, şerefli, namuslu, erkek bir ad bırakabildim. Hiçbir zaman başınız yere bakmayacaktır. Bununla müteselliyim, siz de bununla iftihar edeceksiniz.’
Tevfik İleri
24.9.1961, Kayseri Cezaevi

Ulaştırma, Milli Eğitim ve Bayındırlık Bakanı olarak yıllarca başarıyla çalışmış, Adnan Menderes’in yakınında bir devre tanıklık etmiş, Yassıada’da yargılanıp idama mahkûm edilmiş bir bürokrat… İdam cezası ömür boyu hapse çevrilen, kanserin pençesinde kısa sürede mum gibi eriyen Tevfik İleri… Ailesine yalnız şerefli, namuslu bir ad bırakan Hemşinli Tevfik…

Tevfik İleri’nin Hemşin’den Vefa Apartmanı’na uzanan hikâyesinde yalnız bir “adam”ın hayatı değil, bir ailenin, bir ülkenin tarihi gizleniyor satır aralarına. Çalışma hayatı boyunca tuttuğu günceler ile Yassıada ve Kayseri Cezaevi günlükleri, Tevfik İleri’nin şahsında bir dönemin tarihini anlatıyor.

 

Kitaptan bir kaç satır:

Öyledir efendim, dünyanın hayal olduğunu bile bile ona kanarız. Rahmetli babamı hastanede bir deri bir kemik görünce bunu iliklerime kadar hissetmiştim. Annem, elini tutup yaşlı ve hala ona aşık gözlerle baktığında, “Vasfiyem” demişti, “ne diyordu Hazret, ‘Allah gayrı değil ki ona vasıl olasın. Perde olan senin kendi varlığındır. Sen sensiz Allah’a git, aranızdaki, engel hep senin senliğindir’”

——

Varlık beyannameni yazman zor olmadı. Cesaret, onur ve dürüstlükten başka bir varlığın yoktu…

——

Annem, evin geçimi konusunda dikkatli davranırdı. Ay sonunu zor getirirdik. Şimdiki milletvekilleri, bakanlar gibi değildi. Zaten kirada oturuyorduk.

Giyim kuşamımız da mütevazı idi. Okul kıyafetlerimizi birkaç sene giyerdik. Ayşe’yle eteklerimizi annem biraz uzun tutardı, katlardı. Tabi boyumuz uzadığı için, her sene söker biraz uzatırdı. Birkaç iz olurdu ne kadar ütülense de… Bir gün öğretmenimizin tahtaya kaldırdığında, rengi solmuş, birkaç dikiş izi olan eteğime bakıp, ‘bak sen, kızımızın boyu ne kadar da büyümüş…’ diyerek beni teselli ettiğini hatırlıyorum. Bundan bir kompleks de duymazdık biliyor musunuz? Yani evde bu konuşulmazdı bile.

Cahide Hanım o günleri yeniden yaşıyor. Çileli, sade bir yaşam… Bakan kızı olarak okulda üç yıl aynı formayı giymek ve bunu dert etmemek için insanın nasıl bir iç dünyası olması gerektiğini insan onları seyrederek anlayabilir.

——

Öyle gelen gidenleri çok olurmuş. Erzurum’da da öyle, Çanakkale’deki hayatları da öyle. Üç dört sene kalıyorlar. Oradan ayrılırken bütün Çanakkale yollara dökülüyor ve kilometrelerce gelip uğurluyorlar. Enteresan bir şey, şimdi onu düşünüyorum. O zaman siyasetçi değil, mühendis. Hep öyle bir temayüz etmiş, hakikaten ortada bir insan. Çanakkale’de biliyorsunuz 18 Mart’ta, milleti ilk defa toplayıp şehitliklere götüren babamdır, öğrencileri ilk o götürüyor oraya.

——

Ulus gazetesinde her gün babamla ilgili gerçekdışı yayınlar yaptılar. Hatta hatırlıyorum babam, sabah gazeteleri okurken, aleyhinde bir haber çıkmamışsa, anneme, ‘Vasfiye’ derdi, ‘demek ki dün, milletimiz için hayırlı bir iş yapmamışız.’

——

Yasssıada’ya gönderdiğimiz mektuplarda ‘sevgilim, canım, hayatım babacığım’ yazınca, mektupları denetleyen görevli, ‘sevgilim’i daire içine alıp bir ok işaretiyle boşluğa çıkarır, soru işareti veya ünlem koyar, bazen bununla da yetinmeyip ‘Hiç uygun değil!’, ‘Ne demek istiyor?’ gibi notlar düşerdi. Oysa biz ona aşıktık.
Doksan kilo girdiği Kayseri Cezaevi’nden Ankara Hastahanesi’ne kırk dokuz kilo olarak taşındı, cemale gittiğinde kırk dokuz yaşındaydı

——

Gençliğinden beri hayatı sert mücadeleler içinde geçmiş ve nihayet Yassıada’daki duruşmalar sırasında başı dik hali ile öne çıkan babam gerçekten hislerini yoğun yaşayan ve gözyaşlarına hâkim olamayan bir insandı. Hafızamda böyle iki olay yer etmiş. Biri radyodan naklen yayınını beraberce dinlediğimiz üç-bir’lik Macaristan galibiyetimiz, biri de bize yüksek sesle, sonradan Rahman suresi olduğunu anladığım bir Kur’an okuyuşu. ‘Erkek ağlamaz’ sözünü beğenmez ‘İnsan olan ağlar’ derdi.

——

Oturduğumuz ev üç oda bir salondu. Odalardan biri, içinde babamın kütüphanesi ve yazı masasının bulunduğu bir çalışma odası idi. En küçük, fakat konum itibariyle en en güzel oda buydu. Benim yaşım biraz ilerleyip de ablalarımla beraber yattığım odadan ayrılmam gerekince orası benim odam oldu. Babam zaten pek evde bulunmazdı, ama ara sıra o odaya girmek isterdi. Artık oda benim olduğuna göre önce, ‘Oğlum müsaade eder misin biraz odanda oturayım’ derdi. Ondan korkmazdık. Onu gücendirmekten ve saygısını kaybetmekten korkardık. Onun bizi beğenmesi, bizimle iftihar etmesi çok önemliydi bizim için.

***

Sadık Yalsızuçanlar ile yapılan bir söyleşiden :

Vefa Apartmanı isimli son eseriniz Türk edebiyatı içinde ve kendi külliyatınız içinde nerede konumlandırıyorsunuz? Tevfik İleri, “anılmazsa olmaz”larınızdan mıydı?

Anılmazsa olmazlardandı benim açımdan Tevfik İleri çünkü Vefa Apartmanı yani Tevfik İleri’nin eşinin ve çocuklarının yaşadığı Kocatepe caminin karşısındaki Vefa Apartmanı’nın içindeki hikaye benim açımdan çok özel bir hikayeydi, çok ilginç bir hikayeydi. Kendi yaşamımla da çok ilgiliydi. Birçok insanın babası, dedesi tutuklanmış, işkence görmüş, yatmış. Benim öyle bir tecrübem yoktu tabi geçmiş büyüklerimle ilgili ama 78 yılında Hacettepe’de Türkoloji okumak üzere geldiğimde kaldığım öğrenci evine yüz metre mesafede ve her gün önünden birkaç kez geçtiğim bir apartman Vefa Apartmanı.  Tevfik İleri’nin yaşamı bizim toplumsal ve ahlaki kültürümüz açımızdan, ortamımız açısından bilhassa siyaset kültürümüz açısından son derece ibret verici. On yıl boyunca bakanlık yapmış olmasına rağmen bir evi yok. İşte çocuklarına zaten son vasiyet niteliğindeki mektubunda da belirtir bunu. “Size mal mülk, para bırakmadım. Şerefli ve erkek bir ad bıraktım. Siz de bununla iftihar edeceksiniz” diyor. Gerçekten son derece haysiyetli namuslu bir adam. Elli yaşında ölmüş. Son bir yılı büyük acılarla geçmiş. Tabi Yassıada’da çok acılar çekmiş. Bakanlık yaptığı veya mühendis olarak çalıştığı dönemlerde Nazım Hikmet gibi yüreği hakikaten memleket vatan sevgisiyle dolup taşmış. Hatta o zaman nişanlısı olan Vasfiye hanıma yazdığı ilk mektubunda “Memleketimizi seveceğiz, sonra birbirimiz seveceğiz” diyor. Böylesine de bir memleket romantizmi olan bir adam. Ayrıca çok nazik bir adam, narin bir adam, centilmen bir insan. Edebiyatla çok ilişkili bir insan, çok okuyan bir insan.

İleri’nin mektuplarında, “aşk mektupları”nda, büyük bir liriklik göze çarpıyor, her şeyden evvel. Katı ve soğuk bir dünyanın içinde, böylesi mektuplar yazan bir simanın kitabını yazmanın ilk karar anının merak ediyorum. Sizi buna iten ne oldu tam olarak?

Özellikle  onu seçtim, benim ilgimi çekti çünkü tam da belirttiğin gibi katı ve soğuk bir dünyanı içinde aşk mektupları yazan bir siyasetçi. Biz modern zamanlarda aşkı lanetleyen bir kültüre doğru evrildik, bir algının içerisine girdik. Geleneğimizde oysa sultanlar, padişahlar aşk şiirleri yazmışlardır. Cengaverler, savaşçı sultanlar aynı zamanda bir elinde kılıç tutan yöneticiler aynı zamanda büyük muazzam lirik aşk şiirleri yazmışlardır. Geleneğimizde aşkı yücelten bir eğilim varken, modern zamanlarda hakikaten aşkı lanetleyen bir yere doğru savrulduk. Bir de tabi bir duygu durumu olarak aşkla “bir yaşantı olarak aşk” arasındaki farkı da burada test etme imkanımız var Tevfik İleri karısını ilk tanıdığı ve sevdiği an gibi ölene değin sevmeyi ve ona çok incelikli davranmayı korumuş bir adam. Asıl benim ilgimi çeken bu. İnsanların birbirlerine saygılarını yitirmemeleri için ne yapmaları gerektiğine ilişkin için çok fazla fikri olduğunu zannetmiyorum. Hele belli bir yaşantıya dönüştüğünde bir yüz göz olma durumuyla birlikte. Giderek belki bazen bir çatışma ve bir savaş meydanına dönüşebiliyor aşk yaşantıları. Tevfik Bey’de bunun aksi bir örnek görüyoruz. Bu son derece ilgimi çekti benim. Ayrıca hani birleşince kavuşunca aşk biter, irfan başlar derler.  Tevfik İleri ve karısında bu irfanın yanı sıra aşk da birlikte yürümüş, devam etmiş gerçekleşmiş. Bu da tabi çok ilgimi çekti. Bu yüzden Vefa Apartmanı’nı yazmayı özellikle istedim.

 

 

İllaki okunmalı, okunmalı, okunmalı…

 

Küçük Prens

Saint Exupery’nin “Küçük Prens” adlı masalını bilmem kaçınız okudunuz. Çocuklar için yazılmış olsa da biz yetişkinlerin de okuması gereken güzel bir masaldır küçük prens.

Bu masalda çok sevdiğim bir bölüm var. Tilki ile Küçük prensin “evcilleştirme ve sorumluluk duygusuna” dair aralarında geçen diyalogları…

Küçük prensin yaşadığı küçük gezegeninde tek arkadaşı vardır “gül”ü.

Gülünü çok seven ve ondan daha güzelinin olmadığını düşünen küçük prens bir gün dünyaya gelir. Dünyada gül bahçesini gördüğünde yıkılır tüm düşüncesi. Artık gülünü güzel ve özel bulmamaya başlar. Çünkü çok vardır ona benzeyeni.

Arkadaş aramak için gezinirken  tilki ile karşılaşır. Tilki ondan kendisini evcilleştirmesini ister. Küçük prens evcilleşmenin ne olduğunu bilmediği için tilkiye bunun anlamını sorar. Tilki ona “bağlar kurmaktır” der…Ve şöyle izah eder :

“sen benim için öteki çocuklar gibi herhangi bir çocuksun. Benim için gerekli de değilsin. Ben de senin için öteki tilkilerden hiç farkı olmayan bir tilkiyim. Ama beni evcilleştirirsen birbirimiz için gerekli oluruz. Benim için sen dünyadaki herkesten farklı birisi olursun. Ben de senin için eşsiz, benzersiz olurum. Ben tavukları avlıyorum; insanlar da beni. Bütün tavuklar birbirine benziyor, bütün insanlar da… Bu yüzden çok sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen yaşamıma güneş doğmuş gibi olacak.  Duyduğum bir ayak sesinin ötekilerden farklı olduğunu bileceğim.Öteki ayak sesleri beni köşe bucak kaçırırken seninkiler tıpkı bir müzik sesi gibi beni çağıracak, sığınağımdan çıkaracak. Hem bak, şu buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Buğday tarlalarının da hiçbir anlamı yoktur benim için. Bu da çok üzücü.Ama senin saçların altın sarısı. Buğday da altın sarısı .Beni evcilleştirdiğini bir düşün!. Buğday bana hep seni hatırlatacak. Ve ben buğday tarlalarında esen rüzgarın sesini de seveceğim… İnsan ancak evcilleştirirse anlar. İnsanların artık anlamaya zamanları yok. Dükkanlardan her istediklerini satın alıyorlar.Ama dostluk satılan dükkan olmadığı için dostları yok artık.Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir.”

Küçük prens “peki” der. “nasıl evcilleştireceğim seni?”

Tilki yanıtlar “Çok sabırlı olmalısın, önce karşıma, şöyle uzağa çimenlerin üstüne oturacaksın. Gözümün ucuyla sana bakacağım, ama bir şey söylemeyeceksin.Sözler yanlış anlamaların kaynağıdır.Her gün biraz daha yakınıma oturacaksın…Aynı saatte gelmen daha iyi olur.Örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım.Mutluluğum her dakika artar. Saat dörtte artık sevinçten ve meraktan deli gibi olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun. Ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez. İnsanın belli alışkanlıkları olmalı…Bunlar çoğunlukla ihmal edilir.Alışkanlıklar bir günü öteki günlerden, bir saati öteki saatlerden farklı kılan şeylerdir. Mesela benim avcımın bir alışkanlığı vardır.Her perşembe köyün kızlarıyla dansa giderler.Bu nedenle perşembe günleri benim için güzel günlerdir. Üzüm bağlarına kadar sokulabilirim o günler.Ama avcılar herhangi bir günün herhangi bir saatinde gidiyor olsalardı hiç tatilim olmazdı.”

Böylece küçük prens tilkiyi evcilleştirir. Fakat ayrılık zamanı geldiğinde tilki çok hüzünlenir.. Küçük prens tilkiye evcilleştirildiği için pişman olup olmadığını sorar. Tilki : “buğdayların rengini düşün. Ve sonra gidip güllere bak, ardından  gel, sana bir sır vereceğim” der.

Küçük prens öyle yapar. Gidip gül bahçesine baktığında güllerin kendi gülüne hiç benzemediğini, özel ve güzel olanın kendi gülü olduğunu anlar.

Tilkinin yanına döndüğünde tilki ona şu mühim sırrı verir :  İnsan yalnız yüreği ile doğruyu görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler görmez. Gülünü senin için önemli kılan onun için harcadığın zamandır. İnsanlar unuturlar bunu, ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğimiz şeylerden sorumlu oluruz. Sen gülünden sorumlusun. “

 

Çocuklara mesuliyet duygusunu , sorumluluk bilincini aktarabilmek için Küçük Prens masalı bir alternatif olsun istedim.

Ve masal seven biz büyüklere de…

Oma – Münib Engin Noyan

“Oma…”’yı, bu çok özel kişisel hatıratı yayınlayarak kamuya açmaya karar vermemin asıl sebebi, kendini ne kadar değersiz ya da önemsiz kabul ederse etsin, herkesi, kendi en yakınlarına kendine dair yazılı bir belge bırakmaya özendirmek çünkü insan ancak kendiyle hesaplaşarak “insan” olur ve bir toplumun, bir dönemin gerçek tarihi ancak kendiyle hesaplaşan “insan”ların yazdıklarıyla belgelenir.

“Oma…” yalnızca bu ülkenin çok özel bir döneminin, çok özel bir tanıklığının belgesi değil, aynı zamanda bir davettir: kişisel bir tarih şuuru geliştirebilmek için anı yazmaya, hoşgörüye, önyargısızlığa ve herkesi “kendi-yalnızca kendi” olmaya açık bir davet!

Uçurtma Avcısı – Khaled Hosseini

Uluslar arası çoksatar listesine girmiş ve 8 milyonu aşkın kişi tarafından okunmuş olan Uçurtma Avcısı, hem 2006 hem de 2007’de Penguin/Orange Readers’s Group Ödülü’nü kazandı.

Emir ve Hasan, Kabil’de monarşinin son yıllarında birlikte büyüyen iki çocuk… Aynı evde büyüyüp, aynı sütanneyi paylaşmalarına rağmen Emir’le Hasan’ın dünyaları arasında uçurumlar vardır: Emir, ünlü ve zengin bir işadamının, Hasan ise onun hizmetkârının oğludur. Üstelik Hasan, orada pek sevilmeyen bir etnik azınlığa, Hazaralara mensuptur. Çocukların birbirleriyle kesişen yaşamları ve kaderleri, çevrelerindeki dünyanın trajedisini yansıtır. Sovyetler işgali sırasında Emir ve babası ülkeyi terk edip California’ya giderler. Emir böylece geçmişinden kaçtığını düşünür. Her şeye rağmen arkasında bıraktığı Hasan’ın hatırasından kopamaz.

Uçurtma Avcısı arkadaşlık, ihanet ve sadakatin bedeline ilişkin bir roman. Babalar ve oğullar, babaların oğullarına etkileri, sevgileri, fedakârlıkları ve yalanları…

Daha önce hiçbir romanda anlatılmamış bir tarihin perde arkasını yansıtan Uçurtma Avcısı, zengin bir kültüre ve güzelliğe sahip toprakların yok edilişini aşama aşama gözler önüne seriyor.

Uçurtma Avcısı’nda anlatılan olağanüstü bir dostluk. Bir insanın diğerini ne kadar sevebileceğinin su gibi akıp giden öyküsü..