Kalemimden

Bir yastıkta (8.yıl)

Seni akşam ilk defa beklemek
Bütün yıldızları
Gökyüzünün tamamını
Bir ömür beraber paylaşacağımız anıları da getirmeni beklemek

Yemeği yapmış olmak
İçinde özlemin, içinde hasretin ve bir daha bırakıp gitmeyişin

Yarım ekmeğin yetmesidir bize
Bir küçük yoğurt alman gelirken, belki biraz meyve
Telli duvaklı ilk soframızın üstüne
Senin gelişini koymak önce

Çorbayı nasıl sevdiğini daha bilmemek
Daha bilmemek, birlikte bir kahve içer miyiz yemek bitince

Pencerelerde tutuklu kalmak
Sen gelirsin, belki misafir de gelir,
Karşılıklı oturup konuşmak ordan burdan
Her zaman baktığın gibi kaçamak bakman gözlerime
Tanıştırayım, eşim demen
Yüzümün al al olması,
martıların uçuşması saçlarımda

Hatırla
Benimle evlenir misin derken, bir şey olması İstanbul’a
Bir yerlerden denizin gelip omzumuza konması,
Bir kader çiçeğinin yavaşça aramıza sokulması,
Eğer istersen gelirken yanında hiçbir şey olmaması

Kapı çalması
Kapıda senin olman
Gözlerinde buradayım çiçekleri açması
İki oda bakla sofa
Bütün fotoğrafların tamamlanması

Yaz gelince kavun kokusu nasıl yayılırsa her yere
Yaz gelince üstten iki düğmesini nasıl açarsan gömleğinin
Yaz gelince denize karpuz kabuğu nasıl düşerse
Akşam sen gelince öyle yaz gelmesi gözlerime
Nasılsın bu akşama
İyiyim diyebilmek, sadece
Sadece senin yanında iyi olmak

Ne olacaksa senin yanında,
Ne gelecekse seninle birlikte korkmamak
Duvara bir çiviyi doğru dürüst çakamamana gizlice gülerken,
Değme ustalara değişmemek seni
Hiçbir pahaya alıp satmamak

Telli duvak
Yıllar sonra
Sararmış birkaç fotoğrafta nikâh masasını anmak
Bak bu Hayri Amca
Bak Nermin Yenge

Seni akşam ilk defa beklemek
Bütün yıldızları
Gökyüzünün tamamını
Bir ömür beraber paylaşacağımız anıları da getirmeni beklemek

Kapı çalması
Kapıda senin olman
Gözlerinde buradayım çiçekleri açması
İki oda bakla sofa
Bütün fotoğrafların tamamlanması
Bir yastıkta…

İbrahim Sadri

——–

Ayrı kutladığımız ilk evlilik yıldönümümüz bu.

Dilerim bir daha ayrı kalmayız.

Affet

Sevdamın rengi mavi

Tıpkı çocukken kurduğum hayallerim gibi

İçimdesin bu sabah mavilim

Çok özledim seni .

Gözlerin çalışma masamın her yerinde

Ellerin klavyemin üzerinde sanki.

Koynuma sokuluşun,

Kollarını boynuma dolayışın,

Öpüşün,

Bakıştığımız anlarda içimde bir yerlerde olan

Kimsenin keşfedip de giremediği

sıcacık yerlere süzülüşün…

Çok özledim seni üzüm gözlüm,

Çok özledim seni boncuk bakışlım.

Gözlerimi yumup kokunu duymaya çalışmak avuntum,

Resimlerine bakıp “sabır” çekmek  ilacım,

Özlediğim anlarda neler yaptığını öğrenmek teselli bana buralarda.

Ne olur

Bu gece eve geldiğimde uyumamış ol.

Ne olur kızma bana o çakmak bakışlarınla.

Nerdeydin dün akşam anne,

neden geç kaldın deme lisan-ı halinle.

Sen benim pamuk tenlim,

elma yanaklım,

gül kokulum,

Sen benim yaşama sevincim, sebebim, umudum.

evladım, Yaradan dan emanetim,

Sen benim her şeyim….

Affet beni bebeğim,

Senden ayrı kaldığım şu son saatler ve bundan sonrakiler için

Annen RANA….

(17/11/2005)

işten eve dönerken kalpten, gözden, akıldan geçenler

Saat 17:30

Mesai saati doldu.

Dağınık masama şöyle bir göz atıp solumdaki etejerin üzerinden gazetemi aldım.

Mantomu giyindim, çantama uzandım.

Kapıdan çıkana dek karşıma çıkan arkadaşlara iyi akşamlar dileyip sokağa çıktım.

Mis gibi bir hava…

Soğuk, nemli, dumanlı ve karanlık bir sema.

Oh ! dedim.

Nefes almak ne güzel.

Mantoma daha bir sıkı sarıldım ve servis aracına yöneldim.

Her zamanki yerim, her zamanki gibi beni bekliyordu.

Oturdum…

Radyoda rahatsız edici bir müzik vardı. Çantamdan mp3 playerimi çıkartıp bana daha iyi gelen melodileri dinlemeye başladım.

Aksilik, pil bitti. Yedek pile baktım ki oda bitik halde. Kısmet diyip camdan dışarıya bakmaya ve kulağımı tırmalayan o tuhaf şarkıyı duymamaya çalıştım.

Trafik vardı.

Arabalar , insanlar bir yönden diğer yöne koşturuyorlardı.

Mani olamadığım düşünce akışına daldım.

İnsanların yüzlerine, duruşlarına, yürüyüşlerine, bakışlarına, bazen dalgın hallerine bakıp onların nasıl bir hayat sürmekte olduklarını anlamaya çalışırım hep.

Acılı mı, kavgalı mı, huzurlu mu, mutlu mu, fakir mi, hasta mı, dertli mi, başarılı mı, kavgacı mı, ara bulucumu ..

Acaba şu kadının çocukları var mı ?

Bu adam eşini döven bir adam mıdır yoksa seven mi ?

Şu genç kimle telefonlaşıyor, sevdiği kızla mı, arkadaşıyla mı ?

Montunun önünü kapamamış bu ufaklık, kesin hasta olacak, annesi ilgili bir kadın mı acaba ?

Şu berber kaç saattir böyle boş bekliyor, kazançlı bir gün mü oldu onun için ?

Şu dedenin ağrısı var galiba, acılı duruyor ?

Şu genç kız evine mi gidiyor, onu neler bekliyor, adımları geri geri mi gidiyor yoksa mutlulukla mı?

Turşucu önünde yaşlı bir ihtiyar.

Dükkanın küçük camından içeri eğilmiş, bir şeyler anlatıyor.

Kafasında beresi var ama sırtında neden hırkası yok?

Yok mu acaba?

Unutmuştur belki de sokağa çıkarken almayı.

Kolay olana inandırmaya çalışırken kendimi,

Ayakkabılarına iniyor gözlerim.

Üşüyorum….

Her insan bir dünya, içinde ne gizler saklıyor.

Bana bakan ne düşünüyor kim bilir ?

Ben gibi düşünüyor mu insanlar ?

Anlamaya çalışıyor mu ?

Saçmalıyor muyum?

Olsun, hoşuma gidiyor.

“Evin önünde inmiyim,  merkezde inip biraz yürüyüş yapmak iyi gelecek” diye düşünüyorum. Anneme telefon açıp gecikeceğimi ve oğluma yarım saat daha bakmasını rica ediyorum, Allah razı olsun, “merak etme” diyor.

Bir siren sesi…

Neler oluyor ?

Arabalarda bir telaş hali olunca anlıyorum ambulans geliyor.

Önce ışıkları, gecede kızıllık yayıyor.

Sonra sol yanımdan hızla geçiyor.

Acıyor canım.

Ambulans daki hasta yakının suleti buzlu cama yansımış, eğilmiş hastasına bakıyor.

Yüzünü görür gibi oluyor, tıkanıyorum.

Dua yolluyorum…

Şöför hızlı gidiyor, sevmiyorum bu hali, daralıyorum, ilgimi başka yöne kaydırmaya çalışıyorum.

Gök yüzüne bakıyorum yeniden.

Gece karanlığında görünen beyaz bulutlar hoşuma gider, ama yoklar, göremiyorum…

Şöförün hızlı gidişi bana ölümü hatırlatıyor.

Tam o anda ölmüş olduğumu düşünüyorum , korkuyorum hazırlıksız halimden, oğlumu düşünüyorum, beni beklediğini… “yavaşlayalım lütfen” diyorum kaptana, frene basıyor.

Soluklanıyorum.

Ama ölüm çıkmıyor aklımdan. Sahip olduğum nimetleri düşünüyorum tek tek ve tüm bunlar karşı şükranımın ne kadar az olduğunu. Nemleniyor gözlerim, kızıyorum kendime.

Şu koca kainatta bir nokta kadar bile olamayacak ben gibi aciz, kusur dolu, günahkar kuluna bunca nimeti veriyor Rabbim.

Peki karşılığı ?

Benim vazifelerim ?

Başım öne düşüyor, af diliyorum…

Yeni bir niyette bulunuyorum temiz sayfalar için.

Yardım et Rabbim..

Bu düşüncelere boğulmuşken yolun bittiğini fark ediyorum.

26 yıldır yaşadığım semtimdeyim.

O çok sevdiğim semtimde.

Ana caddeden aşağıya yürümeye başlıyorum.

Kulağım sokak seslerinde.

Cadde çok kalabalık, sağa sola koşuşanlar.

İçlerinde kaybolmak hoşuma gidiyor.

Her zamanki kitapçımın önüne geliyorum.

Kapı önüne resimli hikaye kitapları koymuşlar ”1 YTL”

Ucuzmuş.

Oğlum için seçmeye başlıyorum. Üzerinde “3-5 yaş grubu” diyor.

Bebeğim 16 aylık ama yinede seçiyorum bir tane.

Çünkü oğlum seviyor resimlere bakıp annesinin anlattığı şeyleri dinlemeyi.

İçeri giriyorum.

Görevliye kitabı emanet edip üst kattaki kitaplara bakmak istediğimi söylüyorum.

Güzel gülüşlü genç, başı ile tasdik ediyor.

Merdivenden çıkarken duvarlara asılı olan yeni yayınlara göz atıyorum.

Arkadaşımın kitabı da tavsiye edilenlerin arasında.

Ah… Alıp da okumadığım kitaplarım arasında kalmış.

Nasıl bir mahcubiyet hali bendeki.

Stantların içinde önce “aile ve kadın” kısmına yöneliyorum.

Cazip bir şey çarpmayınca gözüme, edebiyat kısmına geçiyorum.

Ortalıkta hoş bir sessizlik, fonda tasavvuf musikisinin tatlı nağmeleri.

“Mor Mürekkep”…

İşte okuyacaklarım listesindeki kitap.

Kaç zamandır “okumalıyım” diyip de almayı unuttuğum kitap.

Arka kapağındaki satırlara göz atıyorum, İşte okunası bir kitap….

CD ler kısmına geçiyorum.

“Minik dualar” ı arıyordum uzun süre. Her gelişimde kalmadığını söylüyorlardı.

İnşallah bu sefer vardır diye düşünüyorum,

Evet orada !

“Oğluşum sevinecek” diye gülümsüyorum.

Kasadaki görevliye cd ve kitabı teslim ederken bir başka kitap çarpıyor gözüme :

“Kalbin Sularında”…

Uzanıyorum, uzanırken o elektriği alıyorum sağ elimden yüreğime.

Arka kapağında yazanlar hoşuma gidiyor,

Ön söze bakıyorum,

Ruhuma dokunuyor.

“Bu da lütfen” diyorum,

Ödemeyi tamamlayıp kapıdan çıkıyorum.

Evime götürecek caddenin  başına geliyorum.

Köşede iki okullu kız öpüşüp vedalaşıyorlar.

“Yarınki sınava iyi hazırlan” diyor biri diğerine.

Okul günlerim aklıma geliyor, sınav arefesindeki gergin hallerimi, sokak köşelerinde arkadaşlarımla uzun süren vedalaşmalarımı.

Ne kadar uzak görünüyor gözüme o günler.

Bir rahatlamışlık, bir güven bende.

Okul bitti ya, sınav falan derdim yok artık ne güzel diyorum içimden.

Peki ya o mutlak sınav günü?

Sıçrıyorum  rahat halimden.

“İçimdeki bu ses eksilmesin ne olur, hatırlatsın sürekli .

Dalmak istemiyorum rehavete Allahım”  diyorum.

Kibar bir bayan şöför yol veriyor, tebessüm ediyorum gözlerine bakarak.

İki kedi dalaşıyor bize inat birbirleri ile

“İndirim”

Dükkanların vitrininde kocaman afişler ,kıpır kıpır oluyor içim.

Biz kadınlara has bir şey bu galiba.

“Baksam mı girip içeriye? ”

Yok Yok kalsın, hem gecikirim hem de gereksiz masraf yaparım.

Karşı kaldırıma geçtiğimde :

“Köşedeki dükkana uğramalı, minik saksılar almalı, lalelerimi ekme vakti geldi de geçiyor, toprak vardı galiba evde.” diye düşünüyorum

Dükkandan içeri girip bakındığımda istediğim türden saksıların olmadığını görüyorum.

Üzülüyorum.

Yarına nasip olur inşallah diyorum kendi kendime.

Yürümeye devam…

Fırının önünde iki adam konuşuyor.

Tam yanlarından geçerken biri diğerine “ne iş olsa yaparım, beni bilirsin”  diyor

Zor….

Allah rızkını kolaylaştırsın diyorum içimden.

Tuhafiyenin önünden geçiyorum

Karşıdan 2 kişi geliyor

Biri hararetle yanındakine öyle bir yemin ediyor ki, kızıyorum

Hep kızdım bu kadar iştahlı yemin edenlere

Bir yandan da üzülüyorum

Ve evin önündeyim

Apartmanın kapısını açmam için önce anahtarı bulmam lazım

Peki ama nerede bu?

Ah şu çantamın içinden ne ararsan var….

Fazlalıkları boşaltmalı.

Sonunda anahtar çarpıyor elime

Dairemin önündeyim

Besmele ile anahtarı çeviriyorum

Kapıyı açıyorum

Evim…

Sıcacık…

Çok şükür Rabbim

26-12-2005

Rana Çolak

Anne Olmak

10 yıl önceki halime benzetiyorum seni” dedi çok sevdiğim bir ablam.

“Bende 10 sene önce yorgun, telaşlı, yeni anne olmuş, kariyer peşinde koşan, sürekli düzen içinde olmaya çalışan biriydim. Sonraları fark ettim ki gereksiz bir savaşın içindeymişim. Keşke yüklendiğim şeylerin bir kısmını eşime verebilseydim”

Sustum bu sözünün üzerine uzun süre.

Bir kadın çalışmalımı, yoksa tüm enerjisini anne olmaya mı vermeli?

“Eğer dayanıklı ise çalışmalı”

Kendi kendime verdiğim yanıt bu oldu sonunda.

”Dayanıklı ise…”

Bunu neden dedim ?

Kariyer, biraz daha iyi yaşam, belki de hayat standardımı alışık olduğum çizgide tutmak için çalışma hayatıma devam ediyorum.

Ama artık anneyim.
Allah bağışlar ise dünyalar tatlısı 16 aylık bir oğlum var .

Aksam saat 6 da eve geliyorum yorgun bir halde.
Beni heyecanla bekleyen oğlumla kucaklaşıp 2 saat boyunca başka hiçbir şeye yönelmeden sadece onunla alakadar oluyorum. Gelişimine katkıda olan oyunlar oynayıp, kitaplar okuyoruz.

Babamız geldiğinde Aziz’i ona teslim edip mutfağa yöneliyorum. Yemek yoksa yapıyor, var ise hazırlıyorum. Hep birlikte yemek yedikten sonra yine oğlumuzla birlikte oluyoruz. Uyku vakti geldiğinde yatırıyoruz. Saat 10-11 oluyor. Bazen 11 buçuk… O saatten sonra 2 çift laf etmeye, mutfağı toplamaya, çamaşırları yıkayıp asmaya yada ütüye veya her yeri dağılmış evi toplamaya yöneliyoruz. Gece yarısından önce uyumak mümkün değil.

Peki ya sabaha kadar kesintisiz uyku…Hiç olur mu öyle şey. En az 2 defa kalkıp yavrunuzla ilgilenmelisiniz. O uyanmasa bile siz otomatikman kalkıp meleğinizin yanı başında buluyorsunuz kendinizi.

Hafta sonraları “derin temizlik” diye tabir edilen işe sıra gelmiş oluyor. Çalışan bir anne olarak bunun için ya eşinizden yada belli periyotlarda size gelen yardımcı hanımdan destek alıyorsunuz. Geriye bir tek pazar kalıyor. Tüm hafta boyunca sokağa çıkmamış yavrunuzu alıp biraz dolaşıyorsunuz. Vaktiniz kalır ise hafta içi için yemek hazırlıyorsunuz. Ertesi gün iş…

Bazen fazla mesaileriniz oluyor.
Bazen konuklarınız geliyor
Bazen hasta oluyorsunuz
Yada evinizin nazlıları eşiniz & bebeğiniz hastalanabiliyor
Bazen sosyal sorumluluklarınızı yerine getirmelisiniz (ziyaretler, tebrikler, katılmanız gereken meclisler gibi)
Bazen de dinlenmek istiyorsunuz, azıcık tatil yapmak gibi

Bazen bir film giriyor vizyona, bazen de güzel bir yaz konseri haberini alıyorsunuz.
Bazen toplantının ortasında “oğlan ateşlendi” telefonunu alıp fırlıyorsunuz sokağa, yüreğiniz kanaya kanaya , kendinize kıza söylene eve koşuyorsunuz.

Arkadaşlarınız var elbette.

Sizi özlüyorlar, çağırıyorlar aralarına. Mümkün değil yetemiyorsunuz, kırılıyorlar size. Hani kalkıp gitseniz 1-2 saat , aklınız bebeğinizde oluyor. Onu da alsanız yanınıza muhabbetten hiçbir şey anlamıyorsunuz.
Sürekli okuma araştırma yapmalısınız geride kalmamak adına.  Bunun için gece yarılarını tercih ediyorsunuz
Bazen o kadar yorgun hissediyorsunuz ki kendinizi… Kanepede sadece 10 dakika uzanmaktır istediğiniz, imkansız.
Liste hazırlıyorsunuz YAPILACAKLAR diye. Evdeki post-it panoya asıyorsunuz; (tam 1 sayfa) ne zaman yapılacak diye her önünden geçişte kara kara düşünüyorsunuz.

Kadınsınız…

Eşiniz ne kadar yardımcı olsa da size  (sadece kadına biçilmiş sorumlulukları siz daha iyi yaptığınız için belki de) yükün en ağır tarafını tutuyorsunuz.

Faturaları yatırma görevi eşinizin olsa bile siz son ödeme günü illaki eşinizi arayıp hatırlatma ihtiyacını hissediyorsunuz. Çöpü atma görevi onun olsa da, her seferinde çöp kovasını kapı önüne çıkarıp dolduğunu görmesini sağlıyorsunuz.

En önemli görevim anneliğim diyip, her şeye bir tekme savurup sadece bebeğinizle ilgilendiğiniz saatler de oluyor olmasına ama işte benim o post-it panodaki biriken 1 sayfalık işlerim gibi günün birinde karşınıza çığ gibi kabarmış halde çıkıveriyor.

Ve dün akşamki gibi annenizin yaptığı kabak tatlısını yerken “benim oğlum okuldan geldiğinde bende ona sevdiği şeyleri hazırlayıp mutlu eden bir anne olacak mıyım, yoksa bunu hiç yapamayacak mıyım” diye düşünüyorsunuz.

Babanız bu halinizi fark edip “neyin var kızım” diye sorduğunda da

“annemin elinden hazırlanmış her şey çok güzel babacım” diyerek susuyorsunuz.

Böyle bir yürek yorgunluğu işte çalışan anne olmak.

Bu sebeple dedim “eğer dayanıklı ise çalışmalı” diye.

Galiba kadına yakışan en güzel şey, en mükemmel şekilde yaptığı, anneliği…

Bir gün çalışan bir hanım arkadaşım bana dönüp  demişti ki

“Çalışan bir annenin çocuğu olarak büyüdüm. O zamanlar dünyanın en kötü şeyinin çalışan annenin çocuğu olmak olduğunu düşünürdüm. Ama şimdi biliyorum ki en zor şey o annenin ta kendisi olmak”

İç acıtan bir tespit.

Ama öte yandan çalışmalıyız da…

Hatta sosyal hayattan kopmamalıyız.

Akıp giden hayatın çok dışında kalır isek bu sefer ömrümüzü adadığımız yavrularımızın, yetersiz gördüğü anneler olmak gibi istemeyeceğimiz ihtimal de var.

Çünkü gün gelecek kendi ayakları üzerinde duracaklar, evden ayrılacaklar, yörüngelerinde dönüp durmamızdan rahatsız bile olacaklar. İşte bu yüzden hayatımızı hiçe saymadan belli bir denge kurmayı bilmeliyiz.

Sonra yaşayamadıklarımızdan pişman olup, “bana bunun bedelini öde, yaşamadığım hayatımın diyetini ver” diye düşünen anneler gibi olmamak, hırçınlaşmamak  için.

Bu şekilde düşünen annelerin (bunu direkman ifade etmeseler de) dilerinde dolanan klasik bir sözü vardır :

“Senin için her şeyi yaptım, yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, hiçbir arkadaşımı görmedim, kimseyi eve davet etmedim, işimi bıraktım…”

Hep korku duyuyorum ya bende böyle olursam diye.

Yaptığım anneliğe ait o muazzam davranışların karşılığında bir bedel bekleyeceğim içten içe diye.

Bu korku sürekli içimde.

Galiba bahsettiğim gibi olmamak için şimdi yaşadığım yürek ve beden yorgunluklarına katlanıyorum. Dayanıklı olmaya çalışıyorum.

Oğlum “Aziz Mahmud” umu her şeyden çok seviyorum.

Onun her zaman gurur duyacağı bir anne olmak istiyorum.

Ve eminim ki okuldan geldiğinde mutfaktan çıkan mis kokuları da duyacaktır benim oğlum.

“Anne elinden her şey güzeldir” diye düşünecektir

Rabbim ömür versin yeter ki , bunu yaşatmak için  zaman bulacağıma inanıyorum.

21/12/2005

Rana Çolak

Özlüyorum Seni

Bademliğin dar sokaklarında koşturan bir küçük çocukken hayat gökyüzü gibiydi. Maviydi…

Babaannemin bahçesinde açan ortancalar, sümbüller, güller, pencere önündeki leylaklar, toprağın kenarlarını süsleyen çakıl taşları…

Akşamları içilen mis kokulu kahveler konsolun en nadide parçası olan fincanlarda sunulurdu. Babamın fincanı takımdaki bir ton koyu renk olandı her zaman… Asla farklı bir fincanla ikram olmazdı efendimize. Evimizin direğine…

Geceleri yatağa yattığımda odamın kapısını açık tutan babaannem, yan odada gaz lambası ile okurdu Kuran-ı Kerimini. Hafiften sallanan bedeni koridor duvarına yansırdı da ona bakarak yumardım gözlerimi.

Elleri ince uzun parmaklı, pamuk tenli Osmanlı kadını.

İpek ruhunun yansıması nakışlar, oyalar dantelalar ellerinde.

İşleyişlerdeki nezaket, bileklerindeki kibar kıvrılmalar.

 

Sandıktan çıkarırım bana bıraktığın altın saatini kimi zaman. Senin bileğindeki kadar güzel durmuyor bileklerimde. Yakıştıramam koyarım eski yerine. 100 yıllık aile albumunu alırım sonra elime. Eski istanbul, herbiri toprak olmuş insanlar.Ve bir hatıra da tamamlamaya vaktinin olmadığı, yarım kalmış, tığı hala üzerinde saplı duran dantelan…

Özlüyorum seni,
Mekanın cennet olsun babaannem….

-Rana Çolak-

İyi ki varsın

Halıcıoğlundan sütlüce ye geçen küçük tünel…

Her geçişte gözümde canlanır hatırladığım ilk korkum, yüreğimde hala aynı duruyor.

Küçük adımlarımla babamdan birkaç adım önde yürüyorum,

Babaannemin Bademlikteki evine gidiyoruz.

O kadar heyecanlıyım ki hoplaya zıplaya ilerlerken babamın elini tutmuyor olmamın verdiği bir marifet hissi içimdeki…

Biliyorum ki babam birkaç adım gerimde gelmekte, yine de özgürlüğün yanında güven de arıyorum.

O küçük tünel bana upuzun gelirken, yanımdan geçen ve beni otobuslerden ayıran tel kafes…

Otobüslerin sesleri kulaklarıma doluyor, şiddeti eteklerimi uçuruyor….

Kaldırımdaki çizgilere basmadan yürümeye çalışan bir çocuktum o zamanlarda da. Hoplaya zıplaya ilerliyorum. Derken…

Arkamı dönüp babama bakmak geliyor aklıma.

Yok…!

Tek başımayım

Yalnızım

Ne yapacağım ben ?

Nerede babam?

Hızla geriye doğru koşmaya başlıyorum

Tünel bitmeyen mesafe…

Ve babam saklandığı yerden tatlı gülümsemesi ile çıkıyor.

Bacaklarına sarılıyorum…

İyi ki varsın.

Rana Çolak

İzmir Notları

Hakikaten gidişi ve özellikle dönüşü çok zor geçen yolculuğuna rağmen İzmir seyahati güzeldi. Herşey bir yana ailemiz yeniden bir aradaydı ve az da olsa hasret gidermeye çalıştık.

İzmir’i İstanbul’un 10-15 sene önceki hallerine benzettim. Kim ne derse desin İstanbullu için İzmir hala daha taşra. Örneğin dondurma kağıdını atacak çöp kutusu bulabilmek için Fevzi Paşa Bulvarında uzun bir yürüyüş yapmak zorunda kaldım. Yerler izmarit ve pet şişe atıkları ile dolu. Gün içinde bu atıkları temizleyen hiçbir çöpçüye rastlamadım. Belediyeciliği bu konuda sıfır buldum.

Fakat Sasalı tarafında açılmış Doğal yaşam Parkını görünce hayran kaldım. Öğrenci 500 kuruş, Tam 2,5 TL . İstanbul da benzer yerlerin ücretleri ile kıyas bile edilemez. Üstelik Parkın içi daha önce gördüğüm parklardan öylesine güzel, planlı, programlı ve temiz ki tarif edemiyorum. Park içindeki kafelerde de yeme içme sudan ucuz.Envai çeşit bitki ve hayvanı yakinen görmek mümkün. Yani “yapmışlar arkadaş”  denir ya, aynen öyle. Karşıyaka dan kalkan belediye otobüsleri sizi transit denecek hızda parkın tam içine kadar getiriyor ve bu seferler her 15 dakikada bir yapılıyor. Bu arada “belediyenin“ adı ile açılan İstanbul Florya daki akvaryuma giriş kişi başı 30 TL. 5 kişi girmek istedik 150 TL istediler bizden. Belirtmeden geçemeyeceğim.

Eşref Paşa Caddesi kıyısında bulunan tarihi Antik Han Otel de konakladık. Yanlış hatırlamıyorsam Zübeyde Hanımın babasına ait bir binaymış.Limon ağacı gölgesinde yaptığımız leziz kahvaltısı, güler yüzlü-ölçülü personeli, sessiz ve huzurlu atmosferi, temiz ve kullanışlı odaları ile alkollü mekan olma eksiliğini gölgede bıraktı.
Alsancak pek cazibeli gelmedi bana ama yeşil çimlerle kaplı sahili güzeldi. En çok Karşıyaka yı beğendim. Evleri, kafeleri, şehir planı, sahil şeridindeki kaykay pistleri, tenis kortları çok hoştu. Konak’ta gezinen onlarca çingene ilginç göründü gözüme. Güneş tam tepedeyken gezdiğimiz Arkeoloji müzesi de hoşumuza gitti. Birde ilk defa İzmir de yediğim sıcak kumru… Tadı hala damağımda. Martıları cana yakıdı,vapurun arkasından onlara simit atmak çok keyif verdi. Belediye otobüslerinde bizim akbil kartına benzeyen İzmir kart uygulaması var. Ancak kontürünüz kartta yetersiz ise öyle bir bağırarak bunu söylüyor ki cihaz, otobüsteki herkes dönüp size azarlarcasına bakıyor. Kontrünüz bittiği için değil tabi, o ses ile yolcuların huzurunu kaçırmakta mesul olduğunuz için. Gerçekten de felaket bir ses.

Gözlemlerime dair söylemek istediğim çok şey var ama şuan feribottaymış gibi sallanıyorum, zihnimi toparlayamıyorum. Kaç saattir uykusuz olduğumu hesaplamadım. Sadece sabah ezanı ile eve girdiğimi hatırlıyorum. Ve 7 de çalan saatimin zilini…

(Haziran 2011-Not defterimden)

 

 

 

Sevgin İçimde Taptaze

Onu ilk gördüğümde üzerinde eski iş elbiseleri , parmaklarında boya kalıntıları, elinde fırçası, ağzında eksik etmediği sigarası vardı.

Yağmur yağıyordu dışarıda ve ben saatlerce yağmur altında kaldığımdan sırılsıklam olmuştum.

Çok çaresiz bir günümdü
Çaresizliğim hem yağmurdan hem darmadağınık olmuş, toparlamaya çalıştığım hayatımı elimden kaçırmamaya çabalayışımdandı.

O gün yüzüne baktığımda kalbimde bir sıcaklık büyümeye başladı …

Bir zaman sonra bana karşılaştığımız gün aynı duyguları hissettiğini söylediğinde “kalpten kalbe yol var” sözünün hakikatine bir defa daha inandım.

Şu zamana kadar hayatımın en zor 1.5 yılını ona yakın bir mekanda yaşamaya başlamıştım.
Belki de o günleri hatırladığımda hissettiğim acıyı tek onaran onu tanımış olmamın mutluluğu, bıraktığı izler, pek çok hatıra, gözlerimin önüne gelen ömre bedel gülümsemesi..

…………………………….

Hem yetim, hem öksüz büyümüş
7 kardeşin en küçüğü imiş
Okuyamamış..

İdealleri olmasına rağmen okuyamamış ve bir ayakkabıcı yanında çıraklıkla hayata atılmış.
Zor günlermiş….
Kore gazisiymiş

Pek düşkün olduğu, elleri pamuktan daha yumuşak, ince tenli bir hanımı vardı.
2 evlat vermişti Mevlam ona,
bir erkek, bir kız.
Torunları vardı boy boy.

Kanepede köşeli oturur, yanına da bir küçük sehpa çekerdi.

Sık sık tazelenen ince bardaktaki demli çayını , kül tabağını, sigara paketini koyardı bu sehpaya.

Ve anlatırdı….

Bir hayat ki neler neler yaşanmıştı.

Hayranlıkla onu izler, yaşadıklarını anlatırken yüzünde derinleşen çizgilere bakardım. Sevinci de , hüznü de, acısı da o nur yüzde defalarca belirirdi.

Mütevazi hayatı,
Muhabbet kuşları ve çiçekleri,
Ve laleleri….

Çiçekleri arasında dolanırkenki hali geldi gözümün önüne…
Gülleri, laleleri, begonyaları, fesleğenleri…

Nur yüzünü çevreleyen pamuk gibi sakalı,
İnce uzun boyu,
Güldüğünde ince yanaklarının yuvarlanışı,
Çok daha güldüğünde dişsiz damağı….

Bazen beni balkonda beklediğini görürdüm.
Ailemden değildi, buna rağmen endişelenirdi azıcık geciktiğimde eve.
Onun sevgisine sığınmıştım, çok önemli idi benim için.
Bir tek Burhan bey amcamı gördüğümde, onunla konuştuğumda gülümserdim…

Ruhumu tedavi eden bir şeyler vardı onda.
O da biliyordu belki de, ona olan ihtiyacımın farkında idi.

Bir şey için “ne güzel” demeye göreyim.

Hemen “senin yanında olsun o vakit” diye bırakırdı kucağıma.

“Yapma Burhan Bey amca, her beğendiğimi verme bana, bu sefer beğenilerimi rahatlıkla ifade edememeye başlayacağım” diye sitemlenirdim.

Ne yapar ne eder iade etmeme müsaade etmeden gönderirdi evime.

Burhan Bey amcam bana laleleri sevdiren ilk kişi…
İlk lalemi bana eken kişi,
Laleler ve o…

Çiçekleriyle arasında inanılmaz bir bağ vardı.
Bir sabah uyandığımda bana verdiği sarmaşığın tüm yapraklarının sapsarı olduğunu görmüştüm. Akşam yemyeşil olan çiçek neden birden bire sararmıştı. Burhan bey amcama telefon açtım sebebini sormaya. Telefondaki yabancı ses, akşam Burhan beyin aniden rahatsızlandığını, hastaneye kaldırıldığını ve evde olmadığını söylüyordu. İnanılır gibi değildi. Kısa bir süre sonra çiçek yeşermeye başladığında Burhan bey amcamın da sağlığı yerine gelmeye başladı. Belki tevafuktu. Güzel bir tevafuktu. Belki de değildi…

Birlikte yediğimiz son yemeği hatırlıyorum….

Ramazandı, yine yağmur yağıyordu dışarıda. O ve kıymetli eşi en şık elbiseleri ile konuğumuzdu. Tam sofrada iken elektrikler kesilmişti ve ben mumlarla masayı aydınlattığımda hanımına dönüp gülümsemişti. Belki de bir anıları vardı ve hatırlamışlardı

O güzel insanın ebedi aleme uğurlayışımın 2. yılı dolmak üzere.
Vefatı ardından evine gittiğimde kızı bana bir fotoğraf uzattı.
Son resmi .
Baktım…
Emirgan’da, laleler içinde.
Yüzünde, dayanamadığım ömre bedel gülümsemesi ile.

Sevgin içimde taptaze.
Bana tesir edebilen nadir insanlardandın sen.
Babamın tabiri ile “yaşayan, islami hassasiyetlerini hayatta gerçek manada uygulayan ender insanlardan”
Mekanın CENNET olsun Burhan Bey Amca

Rana Çolak

Birbirini sevenler

Kainatın iftihar tablosu sevgili Peygamberimiz (sav) anlatıyor :

Bir adam, baska bir beldede bulunan bir arkadaşını ziyaret etmek maksadı ile yola çıkmıştı. Allahu Teala, adamın yolunda, insan suretinde olan meleği vazifelendirip,  bekletti. Adam, o melekle karşılaşınca kendisine :

”Nereye gidiyorsun?” diye soruldu.

Adam :
”Şu beldede bir din kardeşim var, onu ziyarete gidiyorum” diye cevap verdi.

Melek :
”Onunla yapacağın herhangi bir iş, bir görev mi var?” diye sordu.

Adam :
”Hayır öyle bir şey yok. Allah için sevmemden başka kendisiyle hiçbir işim yok” dedi.

Bunun üzerine o melek :
”Ben, senin o din kardeşini Allah için sevdiğin gibi,  Allah ın da seni sevdiğini sana bildirmek üzere vazifelendirilen, Allah in bir elçisiyim” dedi.

——————————————————————————————————————–

Yurt dışından ve İstanbul dan hareket edip Ankara’da buluşmak üzere bir araya gelecek olan dostlarım.
Sizleri Allah için seviyorum.
Bu buluşamda madden yanınızda olamasam da, manen yanınızdayım. Buluşmanın tüm detaylarını sizden dinlemek istiyorum.

Öptüm hepinizi 🙂

“Benim için birbirini sevenler nerdeler? Gelsinler arşımın gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bu gün onları gölgelendireyim”

Canım’ a

21/09/2006

Odanın içinde savrulmuş oyuncakların ,
Oyun çadırın devrilmiş,
Çekmecelerden dışarı çıkmış eşyaların.
Kamyonetinin damperi bir yanda, kendisi öte yanda
Çoraplarını çıkartmış atmışsın bir köşeye,

Pelus ayının altından görüyorum mavi papuçlarını.
Eğilip alıyorum
Minicik…
Diğer tekini bulmak için epeyce zaman harcıyorum

Uykuya dalalı daha birkaç dakika oldu ama
Ben elimdeki papuçlarına bakıp,  seni ne çok özlediğimi düşünerek ağlıyorum.

Sen uyuyorsun mışıl mışıl yatağında
Yorganın altından pamuk ayağın çıkmış
Bir elimdeki papuca, birde ayağına bakıyorum
Öyle güzelsin ki….

İnsan yanındakine de hasret duyarmış
“Keşke uyusa da erkenden, evi toplayabilsem” diye çabalıyorum
Halbuki sen uyuduktan sonra da işte böyle yatağının baş ucunda seni seyre dalıyorum.

Geceleri seni uyutmaya çalışırken ellerini boynuma dolamana, yüzümü okşamana doyamıyorum. “Hep benim miniciğim olarak kalsa” diyorum. Hep elleri arasa beni, gözleri takip etse şimdiki gibi. Karşısında beni gördüğü anda sevinçten zıplaşa, sinirlenip bağırdığımda bile bacaklarıma sarılsa. Hep benim minik oğlum olarak kalsa….

Oysa büyüyüp kocaman adam olmanı ne çok istiyorum.

Her haylazlığının sonunda “ah bir büyüse” diyorum
Her yeni yaşında, bir sonraki yaş döneminde daha aklı başında olacağının hayallerini kuruyorum.

Yine de, önceki yılarla ait resimlerine bakıp o dönemlerinin ne çabuk geçtiğini düşünüyorum

Evet…Zaman çok çabuk geçiyor
Her şey dün gibi
Babanla tanışmamız, hızla evliliğimiz, senin aramıza katılışın ve 2 yasını geride bırakışımız
Dün gibi…
Hiçbir kadın yaşlanmayı sevmez, ama senin büyüdüğünü göreceğim diye yaslanmayı istiyorum ben.

Annenim…
Bil ki seni en çok sevenim

Koca adam olduğunda
Seni şöyle karşıma alıp
Boyuna poşuna bakıp
Alnından öpmeyi
OĞLUM diyeceğim günü özlemle bekliyorum

Rana Çolak