RANA ÇOLAK

Babam (III)

40 yıldan fazla çalıştı babam. “Daha da çalışacaktım ama ayaklarım el vermedi” der, üzülürdü. Ameliyatlar, protezler, aylarca hastane yatışları, tedavi edilemeyen ağrılar, kazalar, yeniden ameliyatlar….

Ayak ağrısını çok küçük yaşlarda çekmeye başlamış. “Tekerlekli tahta bir arabamız vardı , mahalleden çocuklarla üzerine doluşur, tepeden aşağıya avaz avaz bağırışlarla kayardık. Bir gün dere yatağına yuvarlandık. Ayağım fena incindi. O günden sonra da hiç eksilmedi. Yıllar içinde doktorlar, kocakarı ilaçları , kaplıcalar neler neler denendi fakat tıp tabi şimdiki gibi değil… İhmal de ettik anlaşılan. Genç yaşta çalışmaya da başladım. Tornacılar güneş görmeyen atölyelerde çalışırlar. Gün içinde sabit, sürekli aynı yerde saatlerce durmak zorundadırlar. Mesleki şartlarda ilave olunca romatizmaya çevirdi işte.” Böyle derdi.

Bildim bileli aksayarak yürürdü babam. Sabahın karanlığında işe gider, gece çok geç saatlerde eve dönerdi. Çoğu geceler göremezdik yüzünü. Bazen uyumak istemez, babamı bekleyelim diye ısrar ederdik. Pencerenin pervazına kız kardeşimle sıkışırdık. Annem sırtımıza bir hırka verir, bizi kucaklardı. Köşeden babamın servis aracı görünür, babam araçtan ağır ağır inerdi. Bizi pencerede görünce gülümserdi. Hemen kapıya koşardık. Babamız bizi kucaklar “Uyumadı mı benim kızlarım” der, saçlarımızdan öperdi. Yanaklarımızdan pek öpmezdi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra kanepeye otururdu,  yüzünde tatlı huzuru belirdiği anda atlardım kucağına. Kız kardeşim omuzlarına çıkardı. Annem “babanız yorgun, azıcık nefes alsın” dese de dinlemezdik. Süratle günlük olan biteni anlatmaya başlardım. Babam “yavaş anlat kızım, acele etme, hepsini dinleyeceğim” der, biraz yavaşlar sonra yeniden heyecanla hızlanırdım. Gülüşmeler, gülüşmeler…

“Çocuklarınızı çok öpün, zîrâ her öpücük için size cennette bir derece verilir ki, iki derece arasında beş yüz yıllık mesâfe mevcuttur. Öpücüklerinizi sayarlar ve sizin için yazarlar.” (Zeyd İbnu Ali İbni Huseyn İbni Ali İbni Ebî Tâlib, Müsnedu Zeyd İbnu Ali, Lübnan, 1966, s. 505 )

Çok çalışıyor olmasına rağmen bizlerle her vakit alakadar olmuştu. Sık sık gezdirirdi. Eğlendirirdi. Yoğurt yemeye Kanlıca’ya, balık yemeğe Anadolukavağı’na giderdik. En iyi yerlerden giydirir, en güzel yerleri yaşatırdı. Her ay –o zamanın meşhur mekanlarından- Şan tiyatrosundaki gösterilere götürürdü. Sadece ben ve kardeşimi değil, apartmanımızdaki tüm çocukları toplardı. Çocuk festivalleri, sirkler, değişik oyuncaklar… Hiç unutmam bir gün teyzem “Enişte çok şımartıyorsun bu kızları, büyüdüklerinde zapt edemezsin, önlerine geçemezsin, alıştırma bu kadar rahata ve bolluğa” demişti de babam “Benim kızlarım gözü gönlü tok, hayatın lezzetlerini yaşayarak büyüyecekler. Gücüm elverdiğince yaşatacağım. Ama olur da gün gelir bunlara ulaşamazlarsa sabredip eldeki ile yetinmesini bilirler, öyle yetiştiriyorum” diye cevap vermişti. Canım babam…

Karşısına alıp uzun uzun öğütler veren biri değildi. Öğrettiği her şeyi yaşayarak aktarırdı  bize. Kul hakkına çok dikkat ederdi. Su faturalarımız az geliyor diye su sayacına “Bozuk olabilir, kontrol edilsin” diye not bırakmıştı. Görevli memur ilgilenmeyince İSKİ ye telefon açtı, güldüler babama. Bir gün memuru kapıda yakaladı ve neden ilgilenmediklerini sordu. Memur “Aman bey amca, millet az gelsin diye uğraşır senin derde bak. Ne kurcalıyorsun” dediğinde sinirlenmiş “Efendi efendi, yetmiş milyonun hakkı var bu suda. Yarın ebedi alemde her biri ile nasıl helalleşirim. Vazifeni yap, kontrol ettir” demişti. İşte o an bizde bıraktığı tesir hiçbir nasihat ile sağlanamayacak kadar müthişti.

“Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıklarla deneriz. Sen sabredenleri müjdele! Onlar öyle kimselerdir ki, başlarına musibet geldiğinde, ‘Biz Allah’a aidiz ve vakti geldiğinde elbette ona döneceğiz.’ derler. İşte Rableri tarafından bol mağfiret ve rahmete mazhar olanlar onlardır. Hidayete erenler de ancak onlardır.”(Bakara, 155-157).

Babam (II)

Sıkıntılı bir dönemin , zor şartlarında büyümüş çocuğuymuş babam. 1930 yılının İstanbul’unda Boşnak kökenli bir ailede doğmuş. Dedemi hiç tanımadım. Erken yaşta vefat etmiş ve tek erkek çocuk olan babam, ailenin sorumluluğunu üstlenmiş.

Babamın dedemle ilgili anlattıkları arasında en belirgin şey dedemin sözüne sadık bir insan oluşudur. Öyle ki, babam sanat okuluna gidermiş. Dedem okumayan, çalışmayan yeğenini bir meslek sahibi olsun diye fabrikaya önermiş “Yarın çırak olarak getireceğim” demiş. Fakat ertesi sabah yeğeni kaçıp gidince götürecek kimseyi de bulamayınca sözünden dönememiş. Almış babamı, götürmüş çırak diye. Babam hiç itiraz etmemiş dedeme. Ortada verilmiş bir söz var nede olsa.

Bir süre akşam lisesine devam etmiş. Sonra iş yükü ile yürütemeyince okuldan ayrılmak zorunda kalmış. “Çok pişmanlık duymadım” derdi okulu tamamlayamadığı için. Çünkü mesleğinde  aranan, kıymet gören bir tornacıymış. “Hiçbir zaman iş aramadım, hep iş buldu” beni derdi. Hakikaten çok başarılı idi..

Şartlar zor olsa da mutlu bir çocukmuş. Hikayelerini ağzım açık dinlerdim. Kedisi, keçisi, kuşu daha pek çok hayvanı olmuş. Mahalleden çocuklarla saka yakalamaya giderlermiş. “Sakaları yakalamak ve salmak dışında hiç eziyetimiz olmazdı” derdi. Bir gün babaannem tertemiz yıkamış, beyaz bir gömlek giydirmiş babama. Pabuçları bahçeye fırlatıp saka yakalamaya koşan babam tuttuğu tüm sakaları gömleğinin içine doldurmuş. Eve gelene dek pislemiş kuşlar . Bu hali gören babaannem bahçede kovalamış durmuş babacığımı. Gülerek anlatırdı bu hikayeyi. Yine bir gün, daha küçük bir yaştayken, odada canı sıkılmış. Mangaldaki külleri maşa ile alıp divanların üzerine koymuş, şekiller vermiş, desenler yapmış. Babaannem odaya girdiğinde gördüğü manzara karşısında basmış feryadı.

Çok güzel resim çizerdi. Hatırlarım, bir gün aynaya bakıp kendi resmini dahi çizmişti. “İş yerinde Aslan adında bir çocuk vardı. Bir an içimden gelip ağzında sigarası olur halde resmini çizmiştim. Aslan pek beğendi ve atölyenin duvarına astı. Gelen giden –Aslanın resmi değimli bu? Derdi. O derece benzemekteydi. Aslan resmi eve götürdü, “Babam hariç herkese gösterdim Selami abi, ağzımda sigara olmasaydı babam da görecekti” demişti.”  Diye anlatırdı.

Okul döneminde de yaptığı karakalem portreler pek beğenilir, eğitmenleri tarafından takdir görürmüş. Ben de resim derslerimde kendisinden yardım isterdim. Bir gün ödevimiz postane resmi çizmekti. Yapamadım, sıkıldım. Babamdan rica ettim. “sen yap, bende ona bakıp yapacağım” dedim. Keyifle almıştı kalemi eline. Pardösülü, fötr şapkalı adam telefonda görüşüyor, yaşlı bir kadın mektup atıyor, genç bir kız adres yazıyor, görevliler çalışıyor, solda banko sağda dizili ankesörlü telefonlar… Hayran olmuştum. Fotoğraf gibiydi. Defterin bir sonraki sayfasına bende çizmeye çalıştım benzerini , pek tabi başaramadım. Ama o resmi öğretmenime gösterdim “Bunu babam, bunu da ben çizdim” dediğime öğretmenim Işık hanım hayret içeren bir ses ile “Çok başarılı, çok yetenekliymiş baban” demişti.

Sesi de çok güzeldi. Münir Nurettin şarkıları söylerdi. Yalıköy’ de olan yazlık eve gidişlerimizde bir noktadan sonra dağ yollarına girerdik. “Hadi babacığım başlayalım” dediğimde “Leyla bir özgecandır” ile başlardı. Eli makama uygun ahenkle bükülürdü. Sesi buğulu bir hal alırdı. Bende eşlik ederdim. Hemen iltifat sözleri dökülürdü dudaklarından “Aman kızım ne hoş sesiniz var, kimden aldınız bu özelliğinizi” derdi, gülüşürdük. “Gülmedi şu bahtım, gülmedi gitti” ile devam ederdi. Annem arka koltuktan şakayla mızmızlanır “Mesaj mı içeriyor yoksa bu şarkı” diye babama takılırdı. Babacığımda “Sen benim başımın tacısın hanım, yüzümü güldürenimsin” der gönlünü alırdı.

Matematik zekası kuvvetli, tarih bilgisi engin, siyasi görmüşlüğü mühim, İslami hassasiyeti derin  bir adamdı. Anılarını, bilgilerini bizlere anlatmaktan mutluluk duyardı. Ben onu dinlemekten bambaşka bir keyif alırdım. Keşke daha çok anlatsa ve ben daha fazla dinlese idim. Keşke eşim ve oğlum onu sağlıklı hallerinde tanımış olsalardı. Hele oğlum… Dedesi ona ne meziyetler katardı, kim bilir…

Babam (I)

Ölüm ile ilk tanıştığımda 8 yaşlarındaydım.

Babaannem hastanede, babam yanındaydı.

O gece annem kız kardeşim ve beni yanında yatırmış, bizi uyutmuş kendi uyumamıştı. Gecenin bir vakti gözlerimi açtığımda koridor ışığının vurduğu odada babamı baş ucumdaki komidine oturmuş sarsılarak ağıyor görmüştüm. Annem babamın dizlerine sarılmış göz yaşı döküyordu. Babam “annemmmm” diyerek ağlıyordu. Gözlerimi babamın yüzüne çevirememiştim. Sadece inleyen sesini dinliyor, titreyen bedenine bakıyor ve annemin şefkatli sözlerini duyuyordum. O an babaannemin ölümüne değil de –ölüm nedir tam bilemediğimden olsa gerek- babamın acısına üzülüyordum. Yataktan çıkıp babacığıma sarılmak istemiştim ama babam, ağlıyor oluşunu görmemi beklide istemez diye tutmuştum  kendimi. Babaannem ölmüştü ve babam annesiz kalmıştı, bu çok can yakan bir şey olsa gerekti.

Ve seneler sonra babamı ebediyete uğurladığımda oğlum bana “Babaları ölen evler büyüyor, yani anne geride kalan bizler büyüyoruz, sen büyüyorsun…” diye teselli verirken aniden on yaş büyümüştüm.  Çok canım yanıyordu…

*************************************************************************************************

5 Nisan 2012 Perşembe

O sabah evden ayrılmadan önce annemle beraber doğrulttuk babamı yatağından. Bir avuç kalmış pamuk bedeninin her yanı acıyordu. İncitmemeye çalışarak kanepeye oturttuk. Anneciğim kahvaltısını hazırladı, elleri ile yedirdi. Zor yutkunuyordu. Her lokmasında boğulacak gibi oluyor, güçlükle nefes alıyordu. Birkaç aydır hastalığı artmıştı ve doktorlar güzel şeyler söylemiyordu. Defalarca hastalık geçirip her birini Allahın izni ile atlatmıştı babam. Bu günleri de atlatacak diye umut ediyordum ama yaşlı bedeni ve inleyen sesini duydukça umudum tükeniyordu.

Ayaklarım geri geri giderek evden çıktım, işe giderken gözlerim geride kalmıştı. Annem bu günü nasıl geçirecek, babam nasıl olacaktı. Gün bitip akşam oldu. Babacığım diğer akşamlardan farklı bir halde idi. Bizimle değildi. Başka bir yerlerdeydi. Hemen abdest alıp Kur’an-ı Kerim okumaya başladım. Sürekli okumamı isterdi. “İyi geliyor ” derdi. 2 saat aralıksız okudum. Arada bir titreyen elini uzatıp yanağımı okşuyordu.

Akşam namazından sonra bir iki lokma yemek yedim, biriciğim yiyemedi. Baktık ki babamın temizliğe ihtiyacı var, annemle hizmetini gördük. Hafif dokunuşlarımız bile canını acıtıyordu… Minik çığlıkları  kalbimi ortadan ikiye ayırıyordu. Çare olamıyordum, bu çok üzücü  bir şeydi. Annem her zamanki gibi “Helal olsun beyim  sana” diyerek hizmetini sürdürüyordu. Ben babama onu ne çok sevdiğimi söylüyordum. Üzülmesin istiyordum. Çünkü bilincinin iyi olduğu zamanlarda “Size eziyet oluyorsam hakkınızı helal edin, üzüyorsam, affedin, kötü kelime ediyorsam inanın bilmiyorum, hatırlamıyorum” diyordu. Benim babam hiçbir canlıyı incitmemiş bir adamdı. Hele ki hane halkına olan davranışları…El üstünde tutardı bizleri. Tek bir gün hatırlamıyorum kalbimizi kırdığı.

Tekrar Kur’an-ı Kerim’i aldım elime.

2 yıldır alzheimer hastalığının pençesinde olan babacığım son 3 ayda her şeyi unutmuştu. Yemeyi, içmeyi, uyumayı, göz kırpmayı, yutkunmayı, evini, işini, arada bir beni ve annemi de karıştırır olmuştu. Annem ile “Ömrünü ibadet ile geçirmiş biri son anlarında ya şehadeti unutur, ya Allah’ı unutursa” diye korku duyar olmuştuk . Çünkü elinden düşürmediği tespihini bile avucuna verdiğimizde boş gözlerle bakıyordu yüzümüze. Ezan sesini, bir sevgiliyle buluşma anı gibi bekleyen babam, namazını hatırlamaz olmuştu.

Vefatına 2 saat kala baktım babam Esma’ül Hüsnaları zikrediyor. Şehadet getiriyor. Ağlamaya başladım, bilinci açılmıştı. Senelerdir teyemmüm için kullandığı bir tuğlası vardı. Onu istedi benden. Teyemmüm  aldı. Yattığı yerden namaza durdu. Bir dakika sürdü sürmedi yine zikre daldı. “Babacığım senin için ne yapabilirim, emret, iste ne olur” dediğimde, “Benim için üzülme kızım, ben iyi olacağım” dedi. “Ah babam çok seviyorum seni” dediğimde beni sevdiğini söyledi , yanağımı okşadı ve zikre devam etti.

Nefes alışları değişmişti. Üzerindeki örtüsünü düzeltmek istedim, bacaklarında iri renk değişikliklerini gördüm. Birkaç dakika sonra o değişiklikler diz kapaklarında da oluştu ve çok kısa süre sonra sol kolunu kapladı. Saat 22:20…

Şu fani dünyadan ayrılırken, annem zemzemini veriyor ben duasını okuyordum. Canım babacım bir bebek gibi yumdu gözlerini. Bir damla yaş aktı boşluğa bakan buğulu gözlerinden, o kadar…

“Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz “ Hadis-i Şerifindeki gibi hakiki bir mü’min olarak yaşadı  babacığım ve son anında da hakiki bir mü’min gibi hayata veda etti.

Kabrin nurla dolsun babacığım.

“Şu dünyada sakın rahat peşinde koşma kızım, insan rahat etmek için gelmedi dünyaya. Bu yüzden mutlu günler, neşeli anlar, birliktelikler, huzurlu günler olduğu gibi hastalıklar, ayrılıklar, acılar da olacak. Hatta beklide acılar fazla olacak, kul sınanacak, sabredecek, mümin duruşu ile Allahtan gelene razı oluşu ile, isyana yönelmeyişi ile mertebe kazanacak. Ne ki bu hayat. Sorsan bana sanki hala 13-14 yaşlarındayım. Kim yaşadı 80 seneyi, ben mi… Ne vakit geçti, anlamadım. Bu yüzden hızla geçen bu ömürde kıymet verdiğin şeye dikkat et. Fani olana değil baki olana yönel. Dünyevi nimetleri helal daire içinde gönlünce tat, ama ahretin için daha fazla çabala. Aile aile aile… En önemli şey ailendir. Aileni değerli tut, emek ver, emek vermediğin şeyin değeri az olur. Küçük münakaşalar olacaktır, bunlar birdenbire yıkım olmasın diye bazen gereklidir de. Tıpkı minik sarsıntıların daha büyük depremlere mani oluşu gibi.  Çarçabuk gönül  al, aynı hatanı ikinci kere tekrarlama. Aile sırrını tut. Namusunu koru. Suizanda asla bulunma, hüsnü zanlı düşün. Ama insanları sui zana sevk edebilecek hareketlerden de kaçın, mesul olursun. İlim öğren, ilminle amel işle. Yoksa amelsiz ilim , kitap yüklü eşeğe çevirir insanı. Allah’ı zikret, geceleri uykunu bırakıp Rabbine yönel. Güneşi doğdurma üzerine. Çık balkona, yeni doğan günü seyret, kainatın uyanışını izle. Geçen sabah balkona yuvalanmış kırlangıçlara ilk uçuşlarını yaptırdı anneleri. Bir bilsen neler kaçırdın. Nasıl cesaretlendiriyordu yavrularını, o minik yürekler nasıl korku ile titriyorlardı. Heyecan ile ilk kanat çırpışları ne güzeldi. Annelerinin onları izleyişi ne muhteşemdi. Göremedin bak… Güzel şeyleri gör, kötüye kulağını da gözünü de kapat emi kızım”

Yaz Bana

Yaz bana… Karşından geçen vapuru, başından geçen martıyı, sağına soluna dokunan insanları yaz… sokağının kokusunu… evinin kapısını… iskambiller gibi yıkılmayan duyguların kaynağını… Kaç güneş uzaktasın bana? Orası neresi?

Herşeyin bir tesadüf olmadığını yaz… Her giden gelecek olana hazırlar en heybetli kelimelerini,bazen en süslüsünü bazen de en yitiğini.. Ödülün kime, ölümün kime onu yaz… Kimleri sevdin kimden sonra yaz… Hangi şarkıdasın onu yaz… Orası neresi?

Yosunlu bir kıvamı var gözlerinin, denizden şimdi çıkmış gibisin.. Ne kadar dibe vurdun onu yaz… Kaç tanker geçti üstünden, hangisine yenildin hangisine yol verdin onu yaz… Kokusunu yaz bana derinlerin, küf kokmayan mavisini yaz… Buruş buruş parmaklarınla yaz bana, kirpiklerinle tuzlu tuzlu yaz… Hangi balıksın onu yaz… Orası neresi?

Yaşadın mı onu yaz bana, oyalandın mı onu yaz. Güneşin gözünden çektiği suyu yaz, için için ağlamalarını yaz, hangi kaybedişlere yüz verdiğini, hangilerine sırt çevirdiğini… Sonbaharları yaz bana, hüzün kokan yağmurları.. Kuru sarı kelimelerin yalnızlığını, buğday tarlalarını… Diline çakılan kelimeleri yaz .. Sırtında bir hançer nasıl susabildiğini, tenhalığı o vakit nasıl sezebildiğini, bir tek sevme gücünün seni nasıl yaşatabildiğini… yaz bana… Senden birşey kaldı mı onu yaz… Orası neresi?..

Yaz bana… Ağaçların gölgesini yaz, dalların yeşilini … Kaç kalp oydun tenhasına, ağaç ne kadar acıdı onu yaz… Kaç yıldır uykusuzsun yaz… Kaç yıldır susuzsun yaz… Sen olmasan’ı yaz, ben olmasam’ı yaz, bir nefes al çok susadım’ı yaz… Şurda bir gün dağılmadan, kaybolmadan, birikmeden, unutmadan, durmadan durmadan yaz. Kahverengi yeşillenmeleri, ela bakışmaları, temiz başlangıçları, kulak çınlamalarını, şarkıların kimi hatırlattığını, en çok kimi aradığını… yaz… Bir haziran sabahı, gözkapaklarını yakan tuzu, üç beş aşklaşmada bulamadığın huzuru yaz… Neresi orası?

De ki; kalın kabuklarımı sıyırdım etimden, ona dokun diye sen… görmeyeyim diye yokluğunu, unutmaya çalıştım kokunu… onu yaz… kulaklarım yandı’yı yaz… gözlerim seyirdi’yi yaz, rüyalarım rahat bırakmıyor’u yaz… yaz… Çocuksu masallar öfkeye dönüşmeden, rüyalarda bir atın yelesine gizlenmeden, gözlerindeki har eksilmeden… yaz …

‘Avuçlarımı sıcak tuttum senin için’i yaz…

Sibel Bengü

Yüzyılın en tehlikeli virüsü… Güvensizlik…

Çay fincanı… ne güzelsin… Yıllardır oradasın ve görevin hiç değişmedi, hiç de şikayet etmedin… Bazıları bunu biraz düşünmeli…

Deniz de yanar… çölün yanması gibi… Ama bir de ağlayıversen söner de halbuki… Ağlayanın yerine kendini koyarsan… Bunu da düşünmeli…

Dünden kalan bir şeyler var gecenin sabahında… Yüzünün yarısında bir melek, öbür yarısında bir horozlanma… Ne var sanki insan öfkelenmese de bir kedi gibi sokulsa… Bunu düşünmeliyim…

Yine güzel şeylerden biri… Evimin yolu… Evimin yolundaki ağaçlar… Sokak taşları… Sonbaharda yapraklar, pencereye vuran yağmur damlaları… Hepsi birbirinden bağımsız ama hepsi birbiriyle anlamlı… Bunu doğa düşünmüş…

Saatimi seviyorum… koltuğumu, koltukta uyuya kalmayı… evimi… tatilden sonra evime döneceğimi bilmeyi… Bir fincan kahvenin etrafında büyüyen sıcacık sohbetleri, samimi itirafları, saklanmamayı… Çıkmazların etrafında bir yol bulup ilerleme cesaretini gösterebilenleri, herşeyi vıcık vıcık yaşamayıp kirlenmemeyi seçebilenleri, ıssız adamlarla ıssız kadınlarla zaman kaybetmeyenleri, zamanın içinde hapsolmayıp an’ı sıkı sıkıya kavrayabilenleri… ‘İçimde bir çocuk var’ diye, yetişkin şımarıklığıyla çocukluğa sığınıp kırıp dökmeyenleri… Çocuk ruhunu yaşlarıyla harmanlamayı başarabilenleri… Evliliği evcilik oyunu gibi görmeyenleri, kötü bir birlikteliktense yalnızlıkla başa çıkmayı göze alabilenleri… Taraf olabilenleri, yanlışa ses çıkarabilenleri… Ruhunda çukur açıp ‘niye düştün hayret’ diye ekşimeyenleri… İşse iş, aşksa aşk, çocuksa çocuk, ‘keşkesiz’ yaşamın kesinlikle güven duygusundan geçtiğini bilenleri… Hiç de sıkıcı ve sıradan bulmuyorum, hatta asıl şaşırtıcı olan bunlar… Zaten yeterince herşey dalgalarla sürükleniyor, zaten herşey fırtına sonrası enkazları gibi sahile vuruyor, zaten herşey sallanmaya yıkılmaya yakın bir duruş sergiliyor, zaten herşey yeterince hasta… aksırıyor öksürüyor… Güvensizlik bir virüs gibi, merhabayla bulaşıp hoşçakalla öldürüyor… Kimse bir çay fincanı kadar bile yerinde duracak sabrı gösteremiyor… Bir parmak şıklatmasıyla oluşmuyor güven, ama bir parmak şıklatmasıyla aşılar icat edilmeye çalışılıyor… Kuş gribi…deli dana…çin gribi…domuz gribi… Bütün bu virüslerin altında yatan sebep, güven arayışı ve bulamama korkusu olabilir mi?… Bunu dünya alem düşünsün….

Telefonum…ne güzelsin…hadi bana güzel haberler ver…

Sibel Bengü

Hepimiz Yoksul

 

 

……..

Başkasının yoksulluğu diye bir şey yok aslında. Dünyada tek bir yoksul, tek bir aç kalmayınca kadar, hepimiz yoksul, hepimiz açız biraz…

İnsan olmaya dair gerçekliğimizi, insanın kadrini bilerek kurarız ancak…

Açlık ve yoksulluğun hüküm sürdüğü bir dünyada, “ben de insan mıyım” diye soruyorum kendime.

Sibel Eraslan

yazının tamamı

Mahcubiyet

En son ne zaman kendinizi mahcup hissettiniz? Yan komşumuz, Hacı Fatma Hanım, geçen sabah, ezandan sonra “çöl lalesi” adı verdiği kumsal lalelerinden toplamış, balkonda yazı yazarken yanıma getirdi, “sizin için” dedi gülümseyerek… Onun ak lalelere karışan bembeyaz yüzü karşısında yaşadığım mahcubiyeti anlatmam imkansız… Öyle güzel kokuyorlar, öyle zarifler ki, hele hediye olarak gelmeleri yanıbaşıma… Fatma’dan geldiler ama aslında geldikleri makam Allah’tandır diyerek elim ayağıma karışıyor… Alt üst oluyorum, teşekkürler ediyorum… Boşa dememiş arifler; “yüz ziyarettir” diye… Yüze iki gözümüzü dikerek bakamayız, eziliriz, utanırız bizler… Yüz, lale ve ziyaret… Küçük aralıklar… Savaşların, rest çekmelerin, kan pazarlıklarının, büyük lobilerin, borsaların mühim polemikleri içinden geçerken zaman… Herkes tek tek veda ederken hayata… En ünlülerimizin sadece bir selalık o da musalla taşında tattığı saltanatların, bir kibrit çakımı süresinde sönüp geçtiği günümüzde… Yaşamakla ölmek arasında ne kadar fark kalmıştır, hiç düşündünüz mü? Ölmeden evvel ziyaret edebilmek yüzleri, o yüzlerde Yaratıcı’nın izlerini sürerek, mahcubiyetle eğmek başı önümüze… İnsan olduğumuzu hatırlamak yeniden… Niçin olmasın?

Sibel Eraslan (Star gazetesi yazılarından bir bölüm)

Mekke’deki ‘Büyükanne’miz

Annelerimizden doğarız. Günü geldiğindeyse annemizin ismiyle kucaklayacaktır toprak bizi. Allah resulü (sav) bir gün arkadaşlarıyla otururken, elinde tuttuğu hurma dalıyla toprağa dört uzun çizgi çekerek sordu: “Bunlar nedir bilir misiniz?” Yanında oturanlar yere çizilmiş bu dört uzun çizgiye bakarak söylediler: “Elçi doğrusunu bilir…” “Bunlar” dedi Elçi, gözleri bulutlanarak; “Cennet sultanı kadınlardır; Müzahim kızı Asiye, İmran kızı Meryem, Huveylid kızı Hatice ve Muhammed kızı Fatıma”… Allah’ın selamı onun üzerine olsun… Bu dört büyük kadın, dört cennet nehri gibi, yeryüzünün alınyazısı gibi, tüm zamanları eğiren iplikler gibi, yerlerle gökleri bitiştiren dört eksen gibi taşırlar bizi dünden yarına… Onların hayat hikayelerini, geçmiş masallardan, epopeden, esatirden farklı kılansa, tüm zamanlar için taşıdıkları hikmetler, açılımlardır. Onların her çağ insanına söyleyeceği başka dersler, ibretler vardır, onlar donuk, durağan ve mat değildir, her daim kaynayan pınarlar gibi, çölün altından fışkıran Zemzem gibi, içtihatlarının parlak kolları tüm zamanlara ve uzamlara yetişir… Onlar, büyükannelerimizdir, sırlarımız onlarda saklı…

Sibel Eraslan

Devamı için

“İşlerim çok. Başka hiçbir şeye bakamıyorum.”

Bu lafı bir kişiden daha duyarsam, büyük ihtimalle katil olacağım. Mailime iki satır bile cevap yazmayanlar “çok yoğun”; bir şey anlatmak için söz verip haftalarca sesi çıkmayanlar “çok yoğun”; benden başka herkes ama herkes çok yoğun.

“Aaa tabii; onun için konuşmak kolay. Evde oturup yazıyor sadece. Çalışmaktan haberi yok.”

İstesem ben de “çok yoğun” olabilirim. “Bugün şunu yetiştirmem lazım; yarın şuraya gidip yazı konusu bulmam lazım, birkaç ay içinde romanımı bitirme planım var, sarkmaması lazım, o lazım, bu lazım…”

Hayatı boşvermek istedikten sonra “yoğun” olmaktan kolay mazeret yok ki. Hatta sadece yemek pişirip, alışverişe çıkıp, dizi izleyip yaşayarak da “yoğun” olabilirsiniz.

“Sinemaya gidemem ki, bugün temizlik yapacağım.”

E yapma.

“Ay seni arayacaktım, hep aklımdasın ama işlerden başımı kaldıramıyorum ki…”

Kâinatın en saçma ve zekâ özürlü mazereti. Yani “kafama uçan daire düştü, hastanedeydim” deseniz daha inandırıcı olur.

Normalde hiç kimse hayatının 24 saatini çalışarak geçirmez. En azından yemek yemek, uyumak ve tuvalete gitmek için ara vermeniz gerekir. Ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla en azından telefonda konuşabilirsiniz, değil mi? Ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak “çok çalışıyorum”u kesinlikle kabul etmiyorum. Eğer biriyle aylarca görüşmüyor ve “işlerim var, ondan” diyorsanız, bunun iki anlamı vardır:

a) Ben aynı anda iki işi yapamam. Doğal olarak çalışırken araya kimseyi katamam. Merdiven çıkarken çiklet de çiğneyemem. Hayatım allak bullaktır. Zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum.

b) Seninle görüşmek istemiyorum.

c) Ciddi anlamda işlerim yüzünden görüşemediğimizi sanıyorum. Bu mazerete gerçekten inanmışım. Kimi kandırıyorum ki?

(Son şıkkı kabul edecek babayiğit pek bulunmaz.) Ve hiç kimse beni birinci şıkka inandıramaz. Çünkü biriyle görüşmek isterseniz, mutlaka vakit ayırırsınız.

Bu aralar üst üste birkaç kişiyle bu “çok çalışıyorum da; başka bir şeye bakamıyorum” muhabbetini yaşadım; konuya o yüzden taktım. Bir insandan örnek vereceğim. Şu an için kendimi örnek veremem çünkü “evde çalışan yazar” olduğum için kimsenin beni iş konusunda ciddiye aldığı yok. Neyse canım, bana ne? Ben yazıyor muyum? Yazıyorum. Paramı alıyor muyum? Alıyorum. Gerisi beni hiç ilgilendirmiyor. Ama şunu da belirtmem gerek. Öğrencilik hayatım boyunca hiçbir zaman derslerin, sınavların, çalışmaların, zevklerimin önüne geçmesine izin vermedim. Benim için okul her zaman ikinci plandaydı. Eğer çok sevdiğim bir film oynuyorsa, yarınki sınava çalışmayı birkaç saat sonrasına erteledim ve filmi izledim; canım ertesi günü ödev yetiştirmeye oturmadan önce gezmek istediyse çıkıp gezdim;
ders çalışmayı planladığım gece bir arkadaşım “haydi sinemaya gidelim” dediyse herşeyi olduğu gibi bırakıp sinemaya gittim. Çünkü benim için “sevdiğim insanlar” ve “kendime vakit ayırdığım hayatım” herşeyden önemliydi. Hayatımda hiç kimseyi “çalışmam gerek” diye geri çevirmedim. Bir arkadaşa “hayır, eve gideceğim” dediysem, bu o anda eve gitmek istememden başka bir sebebe asla dayanmadı. En önemli işin başında da olsam, bir
dostum “seninle konuşmaya ihtiyacım var” dediğinde ben tüm işleri bırakırım. Çünkü hiçbir şey, çevrenizdeki sevgi ve sahip olduğunuz
yüreklerden daha önemli olamaz. Hayat kısacık, acayip bir şey. Hırslarla, kıskançlıklarla ve eşek gibi çalışmakla bitirilemeyecek kadar da değerli. Elbette boş boş oturun demiyorum. Çünkü hayat aynı şekilde, boş boş oturulmayacak kadar da değerli. Ama iş dediğiniz şey, sevdiklerinizle, kendinizle, hobilerinizle geçireceğiniz zamanın tamamını çalıyorsa, inanın bunda büyük bir terslik vardır. Kendini çalışmaya ciddi bir biçimde adayanve sevdiklerine zaman ayıramayacak kadar işlerine gömülmeyi kendi özgüriradesiyle seçen kişiler de var tabii. Ben böylelerinin asla evlenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Ve bu, kesinlikle tahammül edebileceğim bir kişilik tarzı değil.

Neyse, geçeyim örnek kişime: Ben ortaokul hayatım boyunca Soma’da yaşadım. (Oradaki hayatım da alemdi aslında. Bir ara onu da yazayım…) Anlatacağım kişi, bir arkadaşımın babası. (Ailecek de görüşüyorduk; aynı apartmandaydık.) Adam her sabah en geç altıda işe gitmek zorundaydı. (Mühendisti galiba. Maden ocaklarına çıkıp oradaki işleri yürütüyordu.) Yani haftanın beş günü, ciddi anlamda “sabahın körü” diyebileceğiniz bir saatte işinin başında olmalıydı. Bu durumda erkenden yattığını ve hafta içi başka hiçbir şeye vakit ayıramadığını düşünürsünüz, değil mi? En azından benim hayatımdaki “yoğun insanlar” için bu çalışma tarzı “işe git, eve gel, yemek ye, uyu, işe git, eve gel, yemek ye, uyu” düzenini gerektiriyor. Ve hafta sonları da “hafta içinin yorgunluğunu bir türlü atamıyorum” diye evde yatarak geçirilirdi. Aşırı yoğun çalışma temposu yüzünden bunlara laf da söylenmezdi. Çünkü “çok çalışıyorum, görmüyor musun?” demeleriyle, her türlü tartışma anında biterdi. Peki arkadaşımın babası böyle mi yaşıyordu? Büyük harflerle cevap veriyorum: HAYIR, ASLA… Akşam eve döndüğünde sosyal hayatı başlardı. Yemek bazen evde, bazen bizim de dahil olduğumuz dost topluluğuyla beraber dışarıda yenirdi. Sonra mutlaka birinin evinde
toplanılır; eğlence gırla giderdi. Bu adam işinin dışındaki tüm vaktini sevdikleriyle geçirir ve karısına asla yalnızlık hissettirmezdi. Hemen hemen her hafta sonu mutlaka ya Dikili’ye ya da Aliağa’ya yemeğe giderdik. Asıl çarpıcı örneğimi daha vermedim. Haftanın her günü sabah altıda işte olan ve akşam hava kararınca eve gelen bu adam, (bazen cumartesileri de
çalışıyordu galiba) evlilik yıldönümünde karısını Soma’ya iki saat uzaklıkta olan İzmir’e götürdü. Hayır, hafta sonu değil. BÜTÜN GÜN çalıştığı bir günün akşamında eğlenmek için gittiler ve gece yarısını geçe döndüler. Ertesi gün de bu adam tekrar sabahın köründe işine gitti!!!
Hiç kimse bana hiçbir şey için “çok meşgulüm, çok yoğunum, vaktim yok da ondan” gibi bir mazeret sunmasın. Ben inanmıyorum. Eğer biri beni aramıyorsa, aramak istemediği içindir. Eğer benimle görüşmüyorsa, görüşmek istemediği içindir. Ben başka HİÇBİR mazereti kabul etmiyorum. Son örneğimin ardından bu yazıyı bitirebilirdim. Çünkü gerçekten başka hiçbir lafa gerek yok. Vakit ayırmak istersen, istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin. Ama müsaadenizle ben bu konuyla ilgili söylenmiş ve gerçekten çok hoşuma giden sözlerden de bir demet sunmak istiyorum. Bunları herkesin çerçeveleterek duvarına asması gerek. “İşim var, vaktim yok” diye saçmalamaya ve daha da korkuncu bu saçmalığa kendimiz de inanmaya başlarsak acilen okuyup kendimize geliriz:

-İşinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız, bu sinirlerinizin ciddi biçimde bozulduğunun en açık göstergesidir. (Bertrand Russell)

-İşini her şeyden önemli sayarak günde sekiz saat çalışan, sonunda çalıştığı yerin başına geçer ve günde aynı hızla yirmi dört saat çalışmaya mahkum olur (Robert Frost)

-Mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektedir. (Edward Newton)

-Bitap bırakan günlük yaşam, ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir. (Anton Çehov)

-Eğer boş zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir. (L. P. Smith)

-Kalitenizin ölçüsü, boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır. Medeniyetlerin kalitesi de insanlara sağladığı boş zaman ve bunun kalitesi ile ölçülür. (Irwin Edman)

-Babam bana çalışmayı, fakat işin esiri olmamayı öğretti. Şimdi okumanın, hikaye anlatmanın, şakalaşmanın, konuşmanın ve gülmenin iş kadar; hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum. (Abraham Lincoln)

-Boş zamanı iyi değerlendirmek, çok ciddi bir sorumluluktur. (William Russell)

VE BENİM FAVORİM:

“Yeterli zamanım yok deme. Büyük insanların da günleri 24 saattir…”

CAN DÜNDAR

Sorgulanmayan Hayatlar… Sorgulamayan Gençler…

…eski Türk filmlerinde vardı… Hulusi Kentmen’in canlandırdığı, oğullarını döven baba tiplemeleri…

Ortalama her filmde; hatta aynı film içinde farklı nedenlerle oğullarını döverdi… kimini çapkın olup kadın peşinde koşturduğu için… kimini kumar oynadığı için…

…anlamadığım şey, neden “Düşünen” evladını da dövdüğüydü babanın…!

“…devleti kurtarmak sana mı kaldı…? Sistemi eleştirmek sana mı kaldı…? Sen kim sistemi eleştirmek kim…?” diye de hırpalıyordu oğlunu.

Kendi babamı düşünüyorum… bize sürekli sorgulamamızı tembih ediyordu… “Yavrularım… sorgulayın… hayatı sorgulayın…” diyordu… “Yaşadığınız hayattı sorgulayın… kainatı sorgulayın… insanı sorgulayın… bu hayatın öncesini sorgulayın… hayatın sonrasını sorgulayın… sorgulamadan yaşadığınız bir hayat, sorgulamadan taşıdığınız bir düşünce hiçbir değer taşımaz… sorgulayın ki herhangi bir şeyi kabul ederken, kabul ettiğiniz şeyin ne olduğunu bilerek kabul edin… ve yine sorgulayın ki, reddettiğiniz şeyin ne olduğunu bilerek red edin… aksi halde koyundan farkınız kalmaz… koyun gibi davranmak insan onuruna yakışmaz… sorgulayan bir beyinden hiç kimseye zarar gelmez… ne kendinize ne de çevrenize… ama sorgulamıyorsanız, bir ömür boyu taşıdığınızı sandığınız düşünceler, aslında sadece bir dayatma olacak… hiç birisi ‘değer’e dönüşmeyecek… ben evlatlarımın düşünmeyen, düşünce sistemleri gelişmemiş çocuklar olmasını istemiyorum… beni seviyorsanız, beni memnun etmek istiyorsanız sorgulayın insanı… hayatı… kainatı… öncesini… ve sonrasını…” diyordu.

Mailler atıyorsunuz ya “Mehtap Hanım… olaylara bakış açınız çok güzel… çok değişik… çok farklı… nerden bakıyorsunuz… nasıl değerlendiriyorsunuz…?” diye.

…işte buradan…

…yani geçmişten gelen bir sorgulama sistemiyle… her şeyi sorgulayarak hem de… sorgulanmış/sorgulanmamış ne varsa üzerinde düşünerek… bulunmuş/bulunmamış ne kadar cevap varsa, her soruya kendi cevaplarımı bularak sorguluyorum ben…

…çünkü benim Hulusi Kentmen’in canlandırdığı karakterlerde olduğu gibi sisteme dokunmaktan korkan bir babam olmadı… hayatının her iki evresinde de, içinde bulunduğu hayatı sorgulayan ve değer yargılarını oturtmuş bir babam oldu… evlatlarının korkularından korkmayan… bu korkuların insani olduğunu düşünen… sadece iyi bir klavuz olması gerektiğini bilen bir babam vardı…

…çünkü babam insan psikolojisini gerçekten iyi tanıyordu… insanın ihtiyaçlarını biliyordu… insanda neyin olduğunu… bu olanlardan neyin çıktığını aklediyordu… tam da bu nedenle büyüme dönemlerimizin tüm doğal ihtiyaçlarını karşılamamız için bize yardımcı oldu… annemle birlikte sağlıklı büyümemiz için ne gerekiyorsa yaptı…

…çünkü benim annem ve babam, bizi sağlıklı yetiştirmenin tek koşulunun, ballı sütler içirmeleri gerektiği olduğunu düşünmediler… yerine göre bir çocuk soğan ekmek de yer… karnı doyar… ama bilgi ile donanmazsa beyin hücreleri ölür diye düşündüler… tam da bu nedenle önce kendileri sorguladılar hayatı… sonra bize öğrettiler nasıl sorgulanacağını… ve vücudumuzu büyüten besin maddelerinin yanında, daha değerli bir hediye verdiler bize… beynimizi kullanmayı öğrettiler… aklımızın sağlıklı bilgiye ulaşması için bilgi ile donanması gerektiği gerçeğiyle buluşturdular…

…çünkü bize okumamızı önerdiler… kendileri okuyarak ve bizimle okuduklarını konuşarak sevdirdiler okumayı… hiç korkmadan, ayrım yapmadan okumamızı istediler… biliyorlardı ki sürekli okuyan insanlar, bir süre sonra kendi şablonlarını oluştururlar… okuyan insandan zarar gelmeyeceğini biliyorlardı… tam da bu nedenle düzenli bir şekilde okumamızı sağladılar…

…çünkü okuyarak insan ne olur ki…! bizim ülkemizde zaten ya -din düşmanı olmayan- iyi bir solcu… ya iyi bir Müslüman… ya da ideolojilerden uzak ama iyi bir okuyucu…

…okuyan/düşünen/sorgulayan insandan kimseye zarar gelmez sevgili okurlar…

…okuyan insan “TARAF” olur evet… ama kendi hayatını üzerine kurmak istediği ideolojinin tarafı olur… okuyarak, sorgulayarak, bilgi ile donanarak “Taraf” olan kişiden kimseye zarar gelmez…

…ama okumadan koyun gibi güdülerek “Taraf” olmuşsa…? –ki bu durumda bir kavram kargaşası vardır. Çünkü bu durumun adına başka bir şey derler- işte o zaman kötü… çünkü öyle bir durumda “taraf” olmaz… sadece “FANATİK” olur o kadar… fanatiklerin de neler yaptığını hepimiz biliyoruz zaten… bir futbol takımının fanatiği olunca stadyumları kırıp geçiriyorlar… ideolojinin fanatiği olunca da cadde ve sokakları…

…çünkü okuyarak, bilgi ile donanarak, sorgulayarak taraf olanlar cidden zarar vermezler… çünkü taraf olmayanlar, bertaraf olacaklarını bilirler… çünkü “farklı olanla birlikte yaşama” prensibi isteseler de istemeseler de bilinçaltlarına yerleşir. İster A düşüncesine sahip olsun, ister B düşüncesine hiç fark etmez. İnsan olma paydasında buluşur, birlikte yaşamanın bir yolunu bulurlar. İnsan değerlidir okuyanlar için… insan önemlidir… insan kıymetlidir… hele insan olmak… inanılmazdır…

Diyorum ki… açıkçası okuyarak, bilgi ile beslenerek ve sorgulayarak büyütüldüğüm için, sizi etkileyen şeyler yazabiliyorum bence… bunları da niçin söylüyorum biliyor musunuz sevgili okurlar… aranızda anne/babalar ve anne/baba adayı gençler var biliyorum… lütfen evlatlarınıza düşünmeyi öğretin… düşünmekten korkmamaları gerektiğini de…

…çünkü düşünceden uzaklaşınca… sistemi eleştirmekten uzaklaşınca… bildiği ve sağlıklı bilgi ile ulaşılmış doğruları savunmaya başlayınca korkuyoruz biz Türk milleti… militan mı olacak başımıza diye… olsun…! Herhangi bir düşüncenin savunucusu olsun…!

…çünkü herhangi bir düşüncenin savunucusu olmayınca… herhangi bir ideolojiye yaklaşmayınca, hamburger ve colaya yaklaşmaya başlıyorlar…! Amerikanvari düşünüyorlar…! yani anlayacağınız gibi düşünmüyorlar 🙂 düşünemiyorlar…! Sadece dans… sadece müzik… sadece eğlence… sadece cinsellik… sadece “…ohaaa falan oldum yani”den öteye gitmeyen bir durumla donanıyorlar…

…sonuç…?

Hüsran… evet… sonuç hüsran… geçmişte evrensel meselelerden dolayı tartışan gençler, günümüzde kız meselesi nedeniyle cinayet işliyor… sevgilisiyle rahat rahat ilişki yaşamak için kendi öz anne/babasını öldürüyor… paranın saadet ve mutluluk getireceğini zannettiği için, üç kuruşa bedenini satıyor… gayrimeşru yollardan bedenine giren bebeğini çöp sepetlerine atıyor… eroin, uyuşturucu, madde bağımlısı oluyor…

Ne yalan söyleyeyim… bir gün bir çocuğum olacaksa, şansımı “düşünen” evlattan yana yaparım… “sorgulayan”… hayatına dair sağlıklı bilgileri okuyarak edinen bir evladım olsun isterim… A düşüncesine sahip olur veya B… bence hiç mi hiç fark etmez… aslında elbette benim değerlerime sahip olsun isterim… çünkü benim yaşamımı belirleyen değerlerin çok evrensel doğrular olduğuna inanıyorum… ama benim sınırlarımın bittiği, kendi sınırlarıyla devam edeceği hayatında öncelikle ilkeler olmasını isterim… prensipleri olmalı… hayat karşısında bir duruşu… değer yargıları… paranın satın alamayacağı değerlerle donanmalı… işte o zaman “insan” yetiştirdim diyebilirim…

…ve son olarak…

Kuru kuruya evlat istemekle olmuyor… biliyorum…! O çocuğun anne/babası olmayı başarmak lazım… düşünen/ sorgulayan/ hayata söylenecek sözleri olan/ prensip sahibi/ donanımlı/ okuyan/ araştıran/ merak eden/ önyargısız/ dengeli/ kişilikli anne-babalar olmak lazım…

Sevgiyle kalın…

Mehtap Kayaoğlu