RANA ÇOLAK

Sonsuzluğun Anahtarı: Kanaat

Başarının ve mutluluğun en büyük anahtarı kanaat ise, en dehşetli kilidi hırstır. Kanaat, çılgınca istemek ve çalışmak; ama, ulaşılan her sonuca razı olmaktır.1 Hırs da çılgınca istemek ve çalışmak; ama, hiçbir sonuçtan razı olmamaktır. Bu şaşırtıcı farkı kavrayamamak yüzünden hırsa kapılarak dünyayı başımıza cehennem yapıyoruz.

Tarlanıza pirinç ektiniz, size düşen ne varsa, elinizden gelen herşeyi yaptınız. Sıra hasada geldiğinde, herhangi bir nedenle verim düşük oldu. Tek bir pirinç tanesi dahi elde etseniz, memnuniyetiniz yoksa, hırsınız vardır. Bir yarışa girdiniz ve birinci gelemediniz. Kaybetmek yüzünden esefleniyor, öfkeyle veya hüzünle doluyorsanız, orada hırs vardır.

Kendimizi kusursuz sanmayalım: Herkes hırs gösterir, ama hırsın şiddet dereceleri farklıdır. Az hırs az zarar verir; hırs şiddetlenirse insanı intihara veya cinayete kadar sürükleyebilir.

Diğer yandan herkes kanaat gösterir; ama, kuşlar veya bebekler kadar kanaatkâr olmayı bilseydik, tüm dünya hizmetimizi görmek için ayaklarımızın altına serilir veya başımızın üzerine titrerdi.

Bizim hedefimiz, felâketlerin nedeni olan hırsı en düşük, kanaati ise en yüksek düzeye çıkarmaya çalışmak olmalıdır. Çünkü kim daha kanaatkârsa, o daha yüksek başarılara ulaşacaktır.

Bazı dostlara göre, İslâm, kanaati, yani azla yetinmeyi(!) emreder. Oysa biz Ay’ı, Güneşi ve sonsuzluğu keşfetme arzusunu körüklüyoruz.

Din adına konuşmak haddim değil; ama, bu düşünceye çok katı şekilde itiraz ediyorum. Kanaat, azla yetinip daha fazlasını istememek değildir. Başarısızlığı besleyen hırs, tek başına ‘çok istemek’ değildir.

Kanaatin ‘azla yetinmek ve daha fazlasını istememek’ olduğunu dinî yaklaşımlara dayanarak iddia edenler, “De ki: ‘Duanız, istemeniz, dilemeniz olmazsa Rabbim size ne diye değer versin?,’”2 “Rabbiniz buyurdu ki: Benden isteyin, cevap vereyim”3 gibi âyetlere muhalefet ediyorlar.

Peygamberimiz (a.s.m.) azla yetinmeyen ve çokla da doymayan hırslı insanları şöyle tanımlıyor: “Ey âdemoğlu! Sana kâfi gelecek nimetler varken, seni azdıracak şeyleri istiyorsun. Ey âdemoğlu! Ne aza kanaat ediyorsun, ne de çoğa doyuyorsun.”4 Sonra da, çok istemekle, insanlardan istemeye dönüşen istek arasındaki ayrımı belirtiyor: “Cebrail bana gelerek şöyle dedi: ‘…Mü’minin izzeti Allah’ın kendisine verdiğine kanaat edip insanlardan birşey beklememesidir.”5

Ancak, aynı Peygamber (a.s.m.) sınırsızca istemeyi hırsla karıştırmamış ve kendisi de, elindekine razı olmasıyla birlikte, daha fazlasını istemiştir:

• “Biriniz Allah’tan dilekte bulunduğunda bolca istesin. Çünkü, Rabbinden istemektedir.”6

• “Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.”7

• “Allahım! Senden… doğru yolda kararlılığı istiyorum.”8

• “Allahım!… Senden tükenmeyen bir nimet diliyorum. Senden bitmeyen bir sevinç diliyorum.”9

• “Allahım! Beni yücelt.”10

Bu bakımdan, daha fazlasını istemeyenler, Peygamberin (a.s.m.) yaptığıyla çatışıyorlar.

Azim, sınırsızca, yırtınırcasına, yalvarırcasına istemektir. Üniversite arkadaşım Tevfik Bilgin Amerika’da eğitim gördüğü sıralarda, “Buradaki öğrenciler ölümüne çalışıyorlar” demişti. Azim, ölümüne çalışmaktır; “hiç ölmeyecekmiş gibi ve yarın ölecekmiş gibi” çalışmayı birleştirmektir.

Gecelerini hep okumakla geçiren İbn Sina, uyku bastıracak olsa, birşey içerek çalışmaya devam ederdi; büyük alim Fahreddin-i Râzî, yemek yerken bile kitap okur; evinden binek sırtında mescide giderken bile yolda üçyüz öğrencisine ders verirdi.

Öte yandan, Lenin, Karl Marx’ın kitabını Sibirya soğuklarında defalarca okurdu.11 Böyle insanların her bir dakikalarını değerlendirmelerinin sonucu ortada değil midir? Kötülükleri yaymaya çalışanların gözlerine uyku girmiyor; iyiliklere inananlar ne zaman uyanacaklar?

Başarmak istiyorsak, azmi kanaatle birleştirmek zorundayız: Yani, tüm çabalarımızın sonucu ne olursa olsun, az veya çok, elde ettiğimiz herşeyi sevgiyle, şükranla, rızayla karşılamalıyız. Tüm çabalarımız boş çıksa da, mutlu olmamızın ve daha iyi sonuçlara kavuşabilmemizin tek yolu tam olarak bu ölçüdür. Azimle çalışırsanız, belki bu dünyada büyük sonuçlara ulaşabilecek kadar uzun yaşamayacaksınız; ama, tüm çabalarınızın karşılığını göreceğiniz bir sınırsızlığa yolculuk yapıyorsunuz!

Hırs, kalbimize değişik kanallardan girmeye çalışır: Az da olsa bencillik, az da olsa kanaatsizliktir. Kendimizle değil de başkalarıyla rekabet ediyorsak, sebebi, içimize giren hırstır. Yaptığımız işlerde başkalarının takdirini önemsediğimiz ölçüde hırsa bulaştık demektir. İşimiz üzerinde çalışmaya devam etmekte aceleyi, işin sonucuna ulaşmakta aceleciliğe dönüştürürsek, hırsa gireriz ve kaybederiz. Nihayet, her yükü üstlenen de hırs tuzağındadır: Yaratıcı, kimseye kaldıramayacağı yük yüklemedi, ama insan dünyayı sırtına almaya kalkıştı.

Bizi bunaltan acılar fizyolojik değil, psikolojiktir. Bedeni bir kamyon altında ezilen insan, en fazla birkaç dakika acı çeker. Oysa ruhlarımızı yıllar boyunca tankların altında eziyoruz. Ümitsizlik, çaresizlik ve karamsarlık üreten tüm ruhsal acılar hırsın eseridirler.

Hırsımız varsa ruhsal enerji düzeyimiz tükenecek, bedenimiz savunmasız kalacak; çevreye engelleyici güçler yayacak, vazgeçecek, ve nihayet, yalnız kalacağız. Böyle bir yıkılışı kimse arzulamaz.

Yaşama sevincinizi ruhsal enerjinize borçlusunuz. Ruhsal enerjiniz de ümitlerinizden, isteklerinizden, dostluklarınızdan ve sevgilerinizden beslenir. Hırs duyduğumuzda ürettiğimiz duygu şudur: “Yırtınırcasına istiyorum, yine de hak ettiğimi alamıyorum.” “Bir aydır çalıştım, hâlâ öğrenemedim.” “Bana ihanet ve haksızlık yapılıyor.” Bu düşünceler ümidimizi kıracaktır. İhanete uğradığını düşünen insan sevgi yayamaz, coşkulu olamaz. Çırpınmasına rağmen başaramadığını düşünen insan telâşa kapılır, daha da beter kaybeder.

Telâş bastırırsa, ruhumuzu içten içe tüketiriz. Yorgunluk, yılgınlık, isteksizlik ve nihayet çaresizlik bizi kuşatır. İstediğiniz bu mudur? Yıllar boyu dayananları ayakta tutan sır buradadır: Azimleri vardı, kanaatleri vardı, fakat hırsları yoktu.

Hırs, ruhsal olarak insanı gerdiği gibi, ruhsal gerginlik aracılığıyla bedensel olarak da gerer. Bedensel gerginlik stres üretir ve stres kalp ile birlikte beynin zorlanmasına, sinirlerin yıpranmasına neden olur. Stres yüzünden beyninizdeki bilgi akışını sağlayan küçük kimyasal maddeler ölür, azalır ve beyniniz hızla körelmeye başlar. Başarının ve güçlü olmanın yolu bu mudur?

Karamsarlığı yayıyorsanız kim sizi dinlemekten zevk alır? Sözleriniz zevk vermiyorsa, bir dahaki konuşmanızı dinlemek için kim gelir? Mutluluk yaymıyorsanız, dükkanınıza kim, niçin gelsin? Kimse dostluğunuzdan mutlu olamıyorsa, nasıl başarılı olacaksınız? Yanınızda ve tarafınızda diğer insanlar yoksa, dünyada kalıcı eserler bırakamazsınız.

Çok iyi biliyorsunuz ki, herkes başarılı insanlara destek oluyor. Defalarca duydum: “Gariban hep garibandır. Düşmeye gör, bir tekme de diğerleri vururlar.” Garibanlık ruhsal bir olgudur oysa. Asıl düşen, beden değil, kalptir. Öyle fakirler vardır ki, ilimlerine hayran kalırsınız; onlara ‘gariban,’ ‘zavallı’ gibi sıfatlar yakıştıramazsınız. Size, şartlarınız ne olursa olsun, her zaman dimdik ayakta durmanızı sağlayacak yolu öneriyorum. Durdurulamayacak olan insan, zulüm ve sapkınlık dışındaki her hali şükürle karşılamayı başaran insandır. Ki, kanaatkârdan başkası bunu başaramaz.

Aşamayacağınızdan emin olduğunuz engele karşı direnemezsiniz. Hırs yüzünden engellerinizi arttırırsınız ve gün gelir tüm dünyanın size savaş açtığını sanırsınız. Bütün insanları kötü ve bencil görürsünüz. Kendi kimliğinize tek başına hâkim olamaz hale gelir, başkalarına bağımlı yaşamayı kabullenmek zorunda kalırsınız. Büyük acıların ucunda vazgeçmek, görevden kaçmak vardır.

Acı çektiren evliliğe bir yere kadar dayanabilirsiniz. Ders çalışmak acı çektiriyorsa, gün gelir artık asla kitap okuyamazsınız. Sonuç okuldan atılmak da ve hatta yok olup gitmek de olsa, kabullenirsiniz. İntihar girişimlerinin altında genellikle böyle bir yıkılma ve bunalım vardır.

Bir bakan veya büyük bir tekstil şirketinin sahibi intihara kalkıştı. Başarılı olduğuna inanılan bir profesör, bir sanatçı intihar etti. Hırslı yaşıyorsanız, nerede olursanız olun, statünüz ne olursa olsun, ister zengin, ister fakir, mutlaka acı çekersiniz ve sonucunuz kaçınılmazdır: kurtulmak için vazgeçmek.

Oysa kanaat, sonsuzluğun kudretine teslim olmak; bir damla su, bir zerre toz, bir avuç güneş gibi sonsuzluğun rahmetinde eriyip gitmektir. Kanaat, önce çok istemek, çok çalışmak; ama sonra da, sonsuzluk sizi nereye götürüyorsa, her yeri heyecanla, sevinçle ve şükürle saniye saniye yaşamaktır.

1-Kanaat kavramının bu ikinci yönü tevekkül kelimesiyle ifade edilir. Hırsın karşıtı kanaattir; ama, tevekkül etmeyen kanaat edemez.

2-bkz. Kur’ân: 25:77.

3-bkz. Kur’ân: 40:60.

4-Câmiu’s-Sagîr, 1:86, Hadis No:68.

5-Câmiu’s-Sagîr, 1:102, Hadis No:89.

6-Câmiu’s-Sagîr, 1:319, Hadis No:532.

7-Câmiu’s-Sagîr, 2:12, Hadis No:1201.

8-Câmiu’s-Sagîr, 2:130, Hadis No:1501.

9-Câmiu’s-Sagîr, 2:146, Hadis No:1537.

10-Câmiu’s-Sagîr, 2:145, Hadis No:1536.

11-Akit, 17 Mart 1999.

-Muhammed BOZDAĞ-

En son ne vakit çalınmıştı kapısı kalbimizin

“Çaresizliğin sesini kimse duymaz,biliyorum.Kimseye duyuramadığı çaresizliklerini yüreklerinden sızdırmadan nefes almaya çalışıyor yolcular;yetimler,dul ve yaşlılar dört bir yanımızda. Mumdan gemileriyle ateş denizlerini aşmaya çalışıyorlar,görüyoruz. Ve yalnızca seyrediyoruz. Yürüyen,oturan,susan biziz onların çaresizlikleri karşısında ve sofralarımızda bol rızıklar içinde kaybolan da biz… Elbette,kimsesizlerin gönüllerini Kimsesizlerin Kimsesi açar en iyi. Ancak O’dur ki Sevgili,dört duvarına sığar kalbimizin de,oradan bir kapı açar sevinçlerimize,mutluluklarımıza…
En son ne vakit çalınmıştı kapısı kalbimizin?!…”

İskender Pala

Oğlumu Yetiştiriyorum

Çocuk yetiştirmek sanattır. Bu sanatı en iyi şekilde yerine getirenler ise hiç şüphesiz anne babalardır… Ki onlar aynı zamanda çocuk yetiştirme bilmecesinin de en önemli parçasıdırlar. Bu bilmecede joker, babalardır. Geleceğin babaları şimdinin gençleridir. Bu bilmecenin jokerini en iyi şekilde kullanmak ve gençlerin şifresini çözmek mi istiyorsunuz?

O zaman iyi babalar yetiştirmek ve bu bilmeceyi daha rahat çözmek için, lütfen “Oğlumu Yetiştiriyorm”a bir göz atın. Çünkü bu kitap; anneler, babalar, oğullar ve yolu erkek çocuklarla kesişenler için yazıldı.

‘O Çaycı’yı Arıyorum

İhtida öyküleri arasında dolaşırken, San Fransisco’da yayınlanan The Islamic Bulletin adlı dergide neşredilmiş bir söyleşiyle de karşılaştım. Söyleşi, California’da oturan ve 1991 yılında İslâm’ı seçip İsmail ismini alan bir Amerikalı ile idi. Çok manidar notlar içeren bu söyleşinin tamamını aktaracak değilim. İsmail Goodwin isimli, şu an aşağı-yukarı elli yaşında olan bu mü’min kardeşimizin Körfez Savaşı hengâmında ABD’nin niye Orta Doğuda böyle bir işe giriştiğini anlama saiki ile Orta Doğuya dair on kitabı, ardından bu kitaplarda kendilerine atıfta bulunulan doğrudan İslâm’la ilgili birçok kitabı okumasından, sonra da direkt Müslümanlarca yazılmış İslâmî eserleri okuyup San Fransisco’daki bir İslâm merkezine gidip bazı Müslümanlarla tanışıp görüşmesinden sonra gerçekleştiğini belirtmekle yetinelim.

Burada sözkonusu etmek istediğim husus, İsmail Goodwin ağabeyimizin başından geçen ve “Lisan-ı hal, lisan-ı kâlden üstündür” sırrını belgeleyen bir hadise. Kendisi, söyleşi içinde şahsına yöneltilen, “Şimdi, bir Müslüman olarak, Müslümanlara dair izlenimleriniz neler?” sorusuna cevaben, gezip görmek amacıyla geldiği İstanbul’da yaşadığı bir hadiseyi anlatıyor.

Hadise şöyle:

İstanbul sokakları arasında, anlaşıldığı kadarıyla Beyazıt ile Eminönü arasındaki bir muhitte yokuş aşağı yürürken, ezan okunmaya başlıyor. Bunun üzerine, namazı hemencecik kılmak üzere, gördüğü bir camiye giriyor. Ki, küçük bir cami bu. Caminin şadırvanında abdestini alıyor ve cemaatle birlikte namazını kılıyor.

Namazın bitiminde, cemaatin, halinden tipinden Amerikalı, yahut en azından Batılı olduğunu tahmin ettikleri bir insanın kendileriyle birlikte namaz kılıyor oluşunu bir derece taaccüple karşıladıklarını hissediyor olmalı ki, içlerinden kimsenin İngilizce bilmediği cemaate, “I am İsmail. I came from America” gibi kısa ifadelerle, Amerikalı olduğunu, adının İsmail olduğunu, yani İslâm’ı seçmiş biri olduğunu filan anlatmaya çalışıyor. Ne dediğini çözmeye çalışan cemaatin efradından biri, hiç İngilizce bilmemekle birlikte, İsmail Goodwin ağabeyimizin ne dediğini, kim olduğunu tahminen anlıyor ve çaya İngilizce “Tea” dendiğini dahi bilmeyen bir Türk mü’min olarak, hemen Türkçe “Çay!” diyor ve ona omuzunu atıp çay içmeye çağırıyor. Birbirinin dillerini bilmeyen, ama camide beraberce aynı Rabbe ibadet eden iki kişi olarak, kalabalık ve dar sokaklarda kolkola yürüyor ve en sonunda bir işhanının giriş katındaki bir çayhanede bu yürüyüşü noktalıyorlar. “Dilini hiç bilmediğim tam bir yabancıyla, yabancı bir ülkede, aşina olmadığım similar arasında kolkola yürüdüm” diyor İsmail Goodwin. Çayhaneye geldiklerinde, “Çay!” hitabı ile “tea” içmeye davet edildiğini, kendisini oraya davet edenin ise bu küçük çayhaneyi işleten bir mü’min olduğunu öğreniyor ve sonrasında, birbirinin dillerini bilmeyen iki insan olmakla birlikte, beraber namaz kıldıklarının şuuruyla, hal diliyle, jest ve mimiklerle ve de çay ikramıyla anlaşıyorlar! İsmail Goodwin ağabeyimiz, sözü edilen çaycı ağabeyimiz onu camiden alıp götürürken, hiç mi hiç bu adam beni nereye götürüyor türünden endişe yaşamadığını da ekliyor ve aynı dili konuşmasalar bile aynı Rabbe ibadet ettiklerini bilen iki insan olarak yaşadıkları bu olaydan bahisle, “İşte” diyor, “İslâm’ın güzelliği! Müslümanların yekdiğerine karşı hissiyatı, bu güzelliği yansıtıyor.” Ve ardından, “Müslümanlara dair izlenimlerim çok olumlu” diyor. “Elbette mükemmel değiliz, ama genel olarak konuşmak gerekirse, ortalama bir insanın sergilediği ahlâk ve edeb standardının üstündeyiz. İstisnalar elbette var, ama bu kaideyi bozmaz” diyor.

Şahsen, yakınımda, çok yakınımda bulunan bu çaycının kim olduğunu, çayhanesinin hangi handa bulunduğunu merak ediyorum. Bu çaycının, imandan gelen ihsan, ikram, uhuvvet gibi duyguların eşliğinde sergilediği davranışın, dünyanın öbür ucundaki, dilini dahi bilmediği bir insanın kalbinde yol açtığı tesirin farkında olup olmadığını da merak ediyorum. Bir mü’min olarak hasbeten lillah sergilediği bu davranışın, İsmail Goodwin adlı dilini bilmediği mü’min kardeşi tarafından önce bir dergiye, ardından internet üzerinden dünyanın her tarafından ulaşabilen herkese aktarılarak ‘cihanşümûl’ bir keyfiyet kazandığını biliyor olduğunu ise, sanmıyorum.

Ama, vâkıa bu işte. “Çay”ın İngilizce “tea” dendiğini dahi bilmeyen, yani eğitim-öğretim olarak belki ilkokul düzeyinde bulunan bir çaycının, imanın gerektirdiği kerem, ihsan, kardeşlik, tebessüm, yumuşak huyluluk gibi hasletlerle hallenmesi sayesinde, ‘hal diliyle’ anlattığı o kadar güzel birşey var ki ortada; eminim, çok iyi İngilizce bilen biri olarak, lâkin donuk, ruhsuz ve bilgiç bir edayla İslâm’da kardeşlik, ihsan, hoşgörü falan filandan İsmail Goodwin’e söz edecek olsa, bu kadar iz bırakmazdı.

Bu bakımdan, ‘hal dili’nin öneminin kesinkes farkında olmak; gerçekten, mü’min olmanın gerektirdiği güzel haller ile hallenmek gerekiyor. Görülüyor ki, bu güzel haller ile hallenen bir mü’min, çok iyi dil bilen bir insanın beceremediğini, hal diliyle beceriyor.

Öyleyse, gelin, imanın gerektirdiği hallerle hallenelim; ve imana yakışmayan, fıtraten de sevilmeyen halleri sürgün edelim dünyamızdan…

Metin Karabaşoğlu

Babam VII

“Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buharî, Marda,1; Müslim, Bir, 52).

İlk 2008-2009 yıllarında fark ettik değişimini. Öyle çok soyutlamıştı ki hayattan kendini. Alakasızlaşmıştı her şeye. Tanıdığım bildiğim babamdan çok farklı idi.  Geçici bir dönem olabilir diye düşünmüştük.  Çünkü Alzheimer hastalığını hiç bilmiyorduk.

İtirazlarına rağmen hayattan koparmamaya çalıştık onu. Düğün, dernek, merasim, akraba toplantıları, torununun gösterileri… Hep dahil ettik. Odasına çekilip yalnız kalmak isterdi, müsaade etmedik, yanımızda olmasını sağladık. Konuşturma gayretleri içindeydik.

Günden güne değişti. Aydan aya farklılıkları arttı. Ve bir gün evde yine düştü be başını vurdu babacığım. O günden sonra Alzheimer belirtileri daha da netleşti. Hiç bırakmadığı bulmacasını çözmez olmuştu. Kitaplarına elini bile sürmüyordu. Bizimle çok az konuşuyordu.

Yavaş yavaş tükeniyordu. Bir gün yürümeyi de kesti. 3 ay boyunca yataktan çıkmadı. Serum ile besledik.

Allah’ın izni ile yeniden toparlandı. Gözlerini açtığında geçen 3 ayı hiç hatırlamadığını fark ettik. Bir rüyadaydı sanki. Fakat bu sefer uyku sorunları başlamıştı, sabaha kadar uyumuyordu.

Konuşmaları manasızlaşmıştı. Yakın akrabalarımızı, komşularımızı, dünürlerini hatta kız kardeşimi bile ara ara hatırlayamaz oluyordu .  Bazen 30 yıldır yaşadığı evini tanımıyor, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kimi zaman da anneme “bizim kaç çocuğumuz vardı” diye fısıltı ile soruyordu.

Bu döneme girdiğinde de dış dünya ile bağlantısını kopartmadık.

Eskiden gezmeyi çok severdi diye hep dışarı çıkardık.

Azıcık kuvvet görsek bedeninde, gezdirdik.

Gazetesini eksik etmedik.

Yine de fayda vermedi…

Tıpkı hayatı yeni öğrenen çocuk gibiydi babacığım.

Alışkanlıklarının değişmesini istemiyordu.

Bazı eşyalara bağımlılığı oluşmuştu. Saati mesela…

İş yerindeki başarısından dolayı hediye edilen bir saati vardı. Sürekli onu arar bulur, sonra saklar, sonra bize aratır, bulunur yine saklar yine aratırdı.

Bir tespihi vardı… O tespihten başkasını kullanmaz. Kaybetmemek için saklar, kaybeder, sonra yine aratırdı. Evden farklı bir yere gitmek istemez olmuştu.

…………

Gerçek olan, rastlanıldığı anda koluna giriverecek denli hazır olmaktır ölüme …

Hazırdı …

Mekanın cennet olsun canım babacığım

Senden sonra yarımım, eksiğim, takatsizim, gözyaşı dökmekteyim…

Beklemedeyim…

Buluşacağımız o günü beklemedeyim .

———-

Peygamber ahlakıyla ahlaklanan canım babam…

Böylesi mükemmel bir insan olduğun için, harika bir baba, fevkalade bir eş oldığun için, ömrümün sonuna kadar seninle hep övünç duyacağım için, bana yaşattıkların için, bana kazandırdıkların için, senin kızın olduğum için mesudum…

Allah’ın sevdiği kullarının insanlar yanında kıymeti vardır. Sen, seni tanıyan herkesin kalbinde en güzel yerde yaşamaya devam etmektesin.

RABBİM SANA RAHMET NAZARIYLA BAKSIN

AMİN